Alper Eliçin

Meksika ve Guatemala Anılarım… Bölüm 3: Çapultepek’in Çözülemeyen Gizemi

 

Meksiko’da gittiğimiz uçaktan inip otelimize bavullarımızı bıraktıktan sonra kent merkezini yaya olarak dolaşmaya başladık. İlk gittiğimiz yer kentin ana meydanı olan La Plaza de la Constitucion, yani Anayasa Meydanı oldu. Zocalo (Kaide) Meydanı olarak da anılıyor. Kare şeklindeki meydana 20 Kasım Caddesi’nden girdiğinizde hemen karşınızda şehrin tarihi katedralini görüyorsunuz.

Meydanın sağ tarafında ise bütün meydan boyunca uzanan La Placio de Nacional (Ulusal Saray) yer alıyor. Halen cumhurbaşkanlığı sarayı olarak kullanılan bu bina daha önceleri Aztek imparatoru II. Montezuma’nın sarayının bulunduğu yere yapılmış. 1521’de hemen Technotichlan’ın fethi sonrasında temeli atılan saray ilk olarak Hernan Cortes’e hizmet vermiş. Bugün de cumhurbaşkanlığı binası olarak hizmet veriyor. İçerisinde Meksikalı tanınmış ressamlardan Diego Rivera’nın muralleri (duvar resimleri) de varmış, ama korona salgınından beri artık ziyaretçi kabul edilmediğinden göremedik.

Meksika şehrinin katedraline Anayasa Meydanı’ndan bakış

Meydanda katedrali ve hemen yanındaki Templo Mayor’un (Büyük Tapınak) kalıntılarını gezdikten sonra, Aztek tören kıyafetleri giymiş ve turistlere gösteriler yapan sokak sanatçılarını izledik.

Aztek kıyafetli kadın

Daha sonra Güzel Sanatlar Sarayı/Müzesi’ni (Palacio des Bellas Artes) gezdik.  Ben Meksiko’ya gitmeden evvel bu şehrin aynı zamanda bir müzeler kenti olduğunu bilmiyordum. Gezdiğimiz tüm müzelerden oldukça etkilendim.

Güzel Sanatlar Müzesi de hem üç mimari akımın bir sentezi olması (Art Nouveau, Neoklasik ve Art Deco), hem de içerisindeki sanat eserleri ve sergiler ile oldukça etkileyici bir yer. Binanın içerisinde tiyatro, bale gibi sahne sanatları için de mekanlar var.

Beni en çok etkileyen ise binanın bir bölümünde tüm duvarları kaplayan muraller oldu. Aslında Meksika’da Olmeklerden beri mural yapılırmış. İspanyollar geldikten sonra bu muraller Hıristiyanlıkla ilgili olmaya başlamış. Meksika devrimi sonunda hükümet tarafından da desteklenen bir proje kapsamında ise bu kez bu çalışmalarda Meksika devrimi ve sosyalizm ön plana çıkarılmış. Okuma yazmanın son derece sınırlı olduğu ülkede halka devrimi bu muraller ile anlatmaya ve benimsetmeye çalışmışlar.

O dönemin ressamlarına, sanat çevrelerinde, üç büyükler (Los Tres Grandes) adı veriliyor. Bunlar, Diego Rivera, José Clemente Orozco ve David Alfaro Siqueiros. Bu üç büyüklerden Rivera ve Siqueiros’a daha sonra başka bir bağlamda değineceğim ama önce sanatçı yanlarını ele alalım…

Diego Rivera’nın müzede bulunan ve bence en etkileyici murali Sovyet devriminden etkilenerek yaptığı “İnsan; Evreni Yöneten” diye tercüme edebildiğim El Hombre Controlador del Universo çalışması. Bu muralde Marks’ı, Engels’i, Lenin’i, Darwin’i, halkı ve burjuvaziyi, proleteryayı ve daha pek çok detayı görmek olası. Sıkı bir devrimci olan Rivera, sosyalizmde insanın bilim ve teknolojiyi kullanarak tüm evreni yönetebileceğini hayal etmiş. Murali bir şekilde büyüterek inceleme olanağınız varsa ilginç detayları daha iyi gözlemleyebilirsiniz. Ya da fotoğrafın altındaki link’i tıklayarak hem bu duvar resmini hem de müzedeki tüm diğer önemli muralleri görebilirsiniz.

El hombre controlador del universo -1934 Diego Rivera

Kaynak: https://museopalaciodebellasartes.inba.gob.mx/permanent-collection-of-murals/

 

Bana oldukça ilginç gelen bir başka mural ise David Alfaro Siqueiros’a ait. Adı Tormento de Cuauhtémoc, yani Cuauhtémoc’un işkencesi. Cuauhtémoc, II. Montezuma’dan sonra 1521’e kadar Tenotchtitlan’da İspanyollar’a karşı direnen son Aztek İmparatoru. Kendisini Cortes daha sonra yakarak, işkenceyle Honduras’ta öldürmüş. Muralde yanarak bu dünyayı terkeden Cuauhtemoc’un ruhunun göğe yükselişi de temsil edilmiş.

Tormento de Cuauhtémoc, 1950-51 David Alfaro Siqueiros

Kaynak: https://museopalaciodebellasartes.inba.gob.mx/permanent-collection-of-murals/

İspanyollar Orta Amerika’nın işgalinden sonra bölgenin yönetiminde tercümanlardan yararlanmışlar. Bu tercümanlar, genelde yerel halktan kadınlar olmuş. Hıristiyanlığı da kabul eden bu kadınlarla aynı zamanda evlenmişler ve kendilerini casus olarak da kullanmışlar. Siqueros’un bu muralinde Cortes’in kulağına bir şeyler fısıldayan bir yerli kadın da hain olarak resmedilmiş (sağdaki iki kişinin arasında, arkada).

Güzel Sanatlar Müzesi’nden sonra mimari açıdan yine çok etkileyici bir başka binayı gezdik. Bu bina Meksika Posta Sarayı (Palacio de Correos de Mexico) olarak adlandırılıyor. 1907’de açılmış. Yine eklektik diye tanımlanabilecek bir mimarisi var. Özellikle iç mekanları oldukça dikkat çekici.

Meksika Posta Sarayı (Palacio de Correos de México)

Şehirde dolaşırken rehberimiz bizi bir saat kulesinin önünde durdurdu. Bu saat kulesinin açılışı Eylül 1910’da yapılmış. Yani Meksika’nın bağımsızlığının 100. yılında. Bu aynı zamanda Meksika’da devrimin başladığı yıl. Saat kulesini Osmanlı’dan Meksika’ya göç eden Lübnanlı tüccarlar yaptırmış. Halk arasında Plaza del Reloj Otomano (Osmanlı Saati Meydanı) olarak anılan bu meydanda eskiden Türkiye’nin Meksika Büyükelçiliği de bulunurmuş. Kulenin en üstünde üç sembol göze çarpıyor. Osmanlı’nın ay ve yıldızı, Lübnan’ın sedir ağacı ve ortada Meksiko’nun arması.

Yine Meksiko’da Azeri heykeltıraş Seid Rüstem’in eseri olan ve 2003’te açılan 3.2 metre yüksekliğinde bir Mustafa Kemal Atatürk heykeli de var.

Osmanlı Saat Kulesi

Bir gün evvel İstanbul’da başlayan, uçakla 14 saat kadar süren bir uçuştan sonra yaptığımız bu Meksiko şehir turu hayli yorucu oldu. O gün 11.7 kilometre yürümüşüm. Üzerine dokuz saatlik zaman farkı da binince, akşam yemeğinden sonra derhal yattım. Tam anlamıyla ölü gibi uyumuşum. Ancak ertesi sabah saat farkının etkisiyle erkenden kalkıp hazırlandım. Yine müze ziyaretleriyle dolu yoğun bir gün olacaktı.

Bir Pazar gününe tesadüf eden seyahatin ikinci günü, 22 milyonluk kentin, merkezin biraz dışında kalan bazı semtlerine ulaşmak için otobüse bindik. Kentin batısına doğru yol almaya başladık. Bu arada dikkatimi çeken bir konu, kenti diyagonal olarak kesen ana bulvarlarından biri olan Reforma Bulvarı’nın trafiğe kapalı olmasıydı. Halk burada yürüyüş yapıyor, koşuyor, köpek gezdiriyor veya bisiklete biniyordu. Bu her Pazar yapılan bir uygulamaymış. İstanbul’da tüm Bağdat Caddesi’nin veya Tünel’den Levent’e uzanan parkurun her Pazar trafikten arındırıldığı bir ortam hayal ettim bir an…

Bir Pazar günü Reforma Bulvarı

Arada bazı anıtlarda da durup fotoğraf çektirdik ama asıl ulaşmak istediğimiz yer Chapultepec Parkı’ydı. Kuzey ve Orta Amerika’nın en büyük parkı olan bu yemyeşil alanda, Meksika Antropoloji Müzesi’ni gezecektik. Parkın adı size garip gelmiş olabilir; haklısınız Türkçe okunuşu Çapultepek… Acaba bu isim Türkçe mi diye heyecanlanabilirsiniz. Ne de olsa Türkçe olarak Yağma Tepesi olabilir.  Ancak Aztek dilinde çapulun anlamı farklıymış, çekirge anlamına geliyormuş.

Ayrıca Orta Amerika’da dağlara tepec (tepek okunuyor) deniyor. Kelimenin kökeni Maya dillerinden geliyormuş. Konu 1930’ların ikinci yarısında Mustafa Kemal’in de dikkatini çekmiş. O sıralar Türkiye’de güneş dil teorisi üzerinde ve Türk tarihi konusunda çalışmalar da var. Sonuçta Mayalar konusunda araştırmalar yapan Hasan Tahsin Mayatepek 1935-37 yılları arasında konuyla ilgili olarak araştırmalar yapabilmesi için Meksika’ya maslahatgüzar olarak atanmış. Orada da Maya tarihi ve dili üzerinde araştırmalar yapan Mayatepek Atatürk’e bu konularda düzenli raporlar yollamış. Soyadı da yaptığı bu çalışmalardan dolayı kendisine Atatürk tarafından verilmiş.

Ancak daha sonra Atatürk, Mayatepek’in bazı zorlayıcı yorumlar yaptığını fark ederek kendisiyle bu konuda irtibatı kesmiş. Çapultepek’in de Türkçe ile bir ilişkisi bulunamamış. O günlerde Mayatepek’in yaptığı araştırmalar bir noktadan sonra bilimsellikten uzaklaşmış olsa da bugün artık Amerika’da yaşayan yerel halkların büyük oranda Bering Boğazı’nı aşarak Orta Asya’dan bu kıtaya geldiklerini biliyoruz.

Chapultepec civarında Meksiko’nun Beverly Hills’i olarak anılan bir mahalle de var. Adı Polanco olan bu semte 19.yüzyıldan itibaren Yahudiler yerleşmeye başlamış. Avrupa’nın değişik ülkelerinden gelip bu bölgede bir cemaat oluşturmuşlar. Ancak Katolik bir ülke olan Meksika’da, İspanyol engizisyon dönemi de kötü bir hatıra olarak bilinç altılarına kazınmış olduğundan, uzun süre açık dini faaliyet göstermemişler. Yahudi cemaati ilk defa halka açık bir ibadeti 1901’de yapmış. Bu cesareti gösterenler ise Osmanlı’dan göç eden Yahudiler olmuş.

Osmanlı’nın çöküşünün yansımaları gerek Lübnanlı tüccarlar, gerekse Yahudi nüfusun göçü ile Meksika’da bile etkisini göstermiş anlayacağınız. Bugün Polanco, Meksiko’nun en lüks semtlerinden biri. Konutları, ofis binaları, mağazalarıyla üst gelir grubunun çalıştığı ve yaşadığı bir bölge.

(devamı haftaya)

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu