Hasan Kahvecioğlu

Kemal Akıncı… Laleli… Abdiçavuş…

 

İlk gençlik yıllarımın, “Lefkoşa’ya anlam katan” değerleri, belleğimde hep asılı kaldı…

İnsanlar… Ağaçlar… Kurumlar… Kahvehaneler… Hisarlar…

Sarayönü, Çoronik gittikten sonra eski tadına ulaşamadı hiçbir zaman…

Sandviççi, muhallebici, ayakkabı boyacısı ondan sonra da hep vardı ama kente tadını veren “özel rahiya” sanki uçup gitmişti…

Humusçu, ciğerci, helvacı, köşe bakkalı bir bir kapandıktan sonra, oralarının “şeher” esansı buhar oldu sanki…

Bakkal Mesut’un, Bakkal Çolakoğlu’nun kentin sokaklarına sinmiş, kendilerine özgü “koku”ları da…

Ben; en çok Mecidiye Sokağı’nı sevmiştim gençlik yıllarımda…

Oradan aşağıya doğru uzanan “Abdi Çavuş” şimdinin Dereboyu gibiydi…

Paris’te Şanzelize, Londra’da Piccadilly neyse; Ankara’da Kızılay neyse, delikanlı dünyamızda Abdi Çavuş da öyle görünüyordu gözümüze…

Lefkoşa’nın tüm güzel kadınları sanki hepsi o sokaktan geçip gidiyordu…

Fuat Vezioğlu şiirler yazmıştı “Abdi Çavuş kızları” için…

“Ya sen; ya sen gözlüklüm” diyordu…

“Bir akşam geçersin, bir sabahtan…

Gözlüklerin kırılsın gözlüklüm, bir daha geçme bu sokaktan…”

Abdi Çavuş’tan aşağıya doğru giderken, doğuya döndünüz mü, Laleli başlardı… Az ilerisinde de Kuruçeşme…

Mecidiye Sokağı’nda, günlük “Akın” gazetesinin matbaası vardı…

Numara 37-39… Birbirine ara kapı ile bağlı iki dükkândan oluşuyordu…

Ortaokul son sınıfına Lefkoşa’da devam etmek üzere buraya geldiğimde, üzerimde o günün modasına uygun daracık paçalı pantolunum, geniş kemerim ve  omuzumda gitarımla Mecidiye Sokağı’na ilk adımı attım…

Zaten köy otobüslerinin durakladığı Selimiye Camisi’nin yanındaki “Ayandoni Hanı”ndan az ilerideydi…

“Şener Levent’i görmek istiyorum” diyerek girdim Akın gazetesinin idarehanesine…

Şener, o günlerde gençler arasında en popüler isimlerin başında geliyordu…

“Öğrencinin Sesi” adında bir gazete çıkarıyordu ve ortaokul lise öğrencileri, gazetenin yayımlanacağı günü iple çekiyordu…

Herhalde bugüne kadar, bu ülke; içeriği bu kadar kaliteli ve tirajı bu kadar yüksek bir “gençlik gazetesi” görmemiştir.

Şener, hem liseye gidiyor, hem de Kemal Akıncı’nın sahibi olduğu “Akın” gazetesinde çalışıyordu. Ayrıca kendi gazetesini de çıkarıyordu.

Baskı odasına adımımı atar atmaz, karşı duvarda, gazete kağıdı üzerine kocaman harflerle yazılmış dizeler gözüme çarptı…

“Akın var, güneşe akın… Güneşi zaptedeceğiz… Güneşin zaptı yakın…”

O gün Şener bana matbaayı değil, uzun uzun Nazım’ı anlatmıştı…

Sonraki günlerde de Lefkoşa hisarları üzerinde yürüyüşe çıktığımızda, ortak konumuz hep Nazım Hikmet’ti…

Silihtar’a henüz derme çatma barakalar inşa edilmemişti… Şeher’in dört bir yanı barikatlar, kum torbaları ve varillerle çevriliydi ve hisarların üzeri; bizim yegâne sosyalleşme mekânımızdı…

Bir süre sonra, “Akın”da ben de çalışmaya başladım…

Önce, “kumpas” üzerine kurşun harfleri dizmeyi, sonra onları sayfaya yerleştirmeyi öğrendim.

Matbaadaki çalışma arkadaşımız Toğal, satırlar halinde dizgiden gelen kurşunları törpülerdi…

Bir de Tahir’imiz vardı… Benim gibi “çırak”tı o da…

En büyük yük ise Mehmet Levent’in üzerindeydi…

O kocaman baskı makinesinin üzerinde, tek tek kağıtları parmakları ile iterek baskıya gönderirdi…

Bu üstün ustalık yeteneği gerektiren işi, müthiş bir tempoyla, ahenk içinde yapardı.

Baskı makinesinin arkasında ise Şener, elinde “spadula” ile makineye mürekkep verirdi.

Makinenin kocaman dişlilerinin gıcırtısına dalar giderdim… Gazete fırından henüz çıkmış dumanlı bir “ekmek” gibiydi…

Ellerime bulaşan siyah mürekkebi okul arkadaşlarım hep eleştirirdi…

Ben ise aldırmazdım…

Kemal Abi; gazetenin herşeyiydi…

Haberleri kalemle yazar, dizgiye verir, başlıklarını atar, düzeltmeleri bizzat kendisi yapardı…

İsrail ordusunun Sina’ya girdiği gün, yabancı ajanslardan haberi alan Kemal Abi, az sonra baskıya girecek gazetenin manşetini yazdırmak için yan odadan yüksek sesle seslenmişti:

“İsrail, Sina yarımadasına girdi…”

Hemen harf kasasını açtım. Tahta harflerle başlığı dizmemiz gerekiyordu. Başlıkta tam 5 tane “a” harfi vardı…

Bizim kasada ise, “a” harfinden yalnızca 3 tane bulunuyordu…

Öyle çeviririz, olmuyor… Böyle yazarız yok, olmuyor… Her birimiz bir cümle atıyoruz ortaya… Kemal Abi, sabırla önerileri dinliyor ama vakit de geçiyordu…

O günlerde “Akın” akşam gazetesi olarak ikindi vakitlerinde satışa çıkıyordu.

Pazar günü, Kemal Akıncı’nın 9. ölüm yıldönümüydü…

“Anma” ilanını Afrika’da görünce, uzun uzun; gülümseyen fotoğrafına baktım ve bir an Laleli’de, Mecidiye Sokağı’nda, Abdi Çavuş’ta buldum kendimi…

Tesadüfe bakın ki, uzun yılların ardından geçenlerde Laleli’de Şener’in evinin önünden geçmiştim. Yıkılmaya terk edilmiş iki katlı evin önünde, Şener’in annesi Nesimaba’yı anımsadım…

O evde biriktirdiğim çok değerli anılarım, bircik bircik kapımı çaldı…

Kemal Akıncı’yı, “Kemal abi”yi; engin donanımıyla, lisan üstünlüğüyle dünyayı medyamıza taşıyan, büyük izler bırakmış bu mütevazı entelektüeli saygıyla anıyorum.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu