Cenk UZUNOĞLU

Bayram değil İstanbul yazısı…

İstanbul’da çevremdeki konuşmalardan birçoğunun ‘’tatili geldi’’.

Bayramda evde olunmaz mı, nedir bu ‘’tatilim geldi’’ diye kafamdan yorum yapıyorum.

Amaç tatil ve dinlenmek değil bayramdan sonra eşe dosta ‘’ego’’ pazarlamak mı acaba diyorum içimden.

Ortalık ateş pahası olmasına rağmen, “Bayram tatilinde neredeydim biliyor musun?” cümlesini kurabilmek için bayram tatili yapmak maksat mı oldu acaba.

Yediğini, içtiğini, gördüğünü, aldığını biraz da üzerine katarak anlatmak…

Türkiye siyasetin artık göstere göstere aldığı kararlarla, ‘’merak etme olmaz’’ denilen muhafazakâr unsurlara kendini teslim edeli epeyi zaman geçti.

Etti etmesine de diğer taraftan da yaratılan bu yeni burjuva yeni bir muhafazakarlık tanımının içine kaydı.

Görüntüde ve söylemde muhafazakâr ama kafada ve davranışta ‘’tatilimiz’’ geldi.

Bayramın ilk günü sabah kurbanı kesip, akşamüzeri bir yere kaçsak kıvamına gelmiş muhafazakarlık.

Ortaya yeni bir kesim çıktı.

‘’Modern muhafazakârlar.’’

Muhafazakâr olmanın getirdiği ‘’biz’’ duygusundan çıkarları için kopmayıp, bireysel olarak farklı tecrübelere, kendini tanımaya ve maddi hedefleri gerçekleştirmeye yönelik yaşam tarzını benimsemiş, çeşit türlü cemaatlerin desteğinde bir kesim bu.

 

Range Rover arazi aracında Armani başörtülü gezenler. Kurbanı bir an önce kesip tatile gitmek isteyenler.

Bayram öncesi İstanbul’dan bir kesit bu.

***

Diğer kesit İstanbul’un görsel siluetinden. Bayram olsa da olmasa da günden güne hormonlu meyve sebze gibi serpilen bir varlık haline dönüşmüş. Tam bir tezatlar yumağı.

 

Hayatımın en büyük bölümünü bu şehirde geçirdim.

 

Geldiğimde ilk dikkatimi çeken şey Avrupa’dan Anadolu yakasına geçerken köprü ücreti ödenmesi ama Anadolu’dan Avrupa yakasına geçerken ödenmemesi oldu.

 

Ev seçiminde yanlış karar aldığımı düşündüm.

 

Bedavaya girilen Avrupa yakasını seçmişim! Köprü giriş ücreti ödeyerek girilen Anadolu yakasında ev kiralarının daha uygun olduğunu öğrenip bir süre sonra Anadolu yakasında yaşamaya başladım.

 

Sonradan öğrendim köprü ilk açıldığında köprünün her iki yakasında da geçiş ücreti alınıyormuş. Turgut Özal zamanında bu değiştirilip gişe kuyruğu teke indirilmiş. Şimdi gişe yok. Modernliğin gereği optik okuyucu var ama nüfus ve araç sayısındaki artış ile trafik neredeyse aynı hızda akıyor.

 

Köprüden geçerken ilk geldiğimdeki tespitimi düşünüp hala daha gülümserim.

 

İstanbul’a geleli 34 yıl olmuş.

 

Hala daha T.C vatandaşlığı için başvurmadım.

 

Hala daha bir yabancılık ve gelip geçicilik var bu şehir ile olan ilişkimde.

 

34 yıldan sonra ben böyle düşünürken İstanbul’da kendini gerçek İstanbullu gibi hisseden acaba kaç kişi var diye de düşünmeden edemiyorum.

 

Herkes bir yerden gelmiş ama geri gitmeyecekmiş gibi her gün oradan oraya koşuşturuyor bu şehirde.

 

Girişi olan ama çıkışı olmayan bir şantiye alanı bu İstanbul.

 

Aklıma eski Amerikalı Genel Müdürlerimizden birinin İstanbul için söylediği o cümle geliyor. ‘’İstanbul şehri, inşası bitince güzel bir şehir olacak, o zaman ziyaret etmek lazım.’’

 

Sıvasız gecekondular ve bunların yanı başında uzayıp gökyüzüne giden Manhattan’a özenen dünya standardında binalar ve alışveriş merkezleri.

 

Bu binalara ulaşmak için trafiği hafifletmek adına yapılan yollar, tüneller, üst ve alt geçitler.

 

İstanbul giderek bir yollar kentine dönüştü.

 

İnşaatın biteceği, ‘’şantiyenin’’ de kapanacağı yok.

 

Derme çatma sıvalı eğri büğrü rengârenk eskimiş iskambil kâğıdı gibi, kentsel dönüşümü bekleyen yapıların modern gökdelenlerin gölgesine sığınmış bir İstanbul var.

 

Modernlik ile geri kalmışlık arasında bu görsel ikilem, yavaş seyreden trafikte kendini tüm çıplaklığıyla ön plana çıkartıp sırıtıyor.

 

İstanbul böyle bir sentez.

 

Neyi görme ve yaşama yetkinliğin ve kapasiten varsa onu görebilir ve yaşayabilirsin bu şehirde.

 

Toplumsal dokudaki o muhafazakarlıkla modernlik arasındaki ayni tezat görüntü yumağı, her tarafta karşına çıkıyor.

 

Daha önce kapalı olan rant kapılarının açılmasının verdiği hırs ve arsızlıkla da şehri de kendilerine benzetmişler.

 

Diğer bir Amerikalı Genel Müdürümüz ‘’İstanbul’un (eski adıyla Konstantinapol’ün) neden düştüğünü veya düşmesi gerektiğini anlamak için Fenerbahçe-Galatasaray veya Beşiktaş maçlarına gitmeniz yeterli olur diyebilmişti.

 

Bu sözüyle İstanbul’un ne kadar değerli olduğunu mu, yoksa Türk insanının heyecanının nelere yol açabileceğini mı kastetmişti.

 

Yoksa acaba futbolu bu kadar kötü oynayıp bu kadar da çok seven bu şehrin insanı ile ilgili bir ince mizah mıydı diye sonradan düşünmüşümdür.

İstanbul gösterdiği ile göstermediğini de bu şehirden gelip geçene de böyle düşündürten bir yer.

 

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu