Türkiye’nin Dış Politikası ve İnsan Hakları Savunuculuğu
Türkiye Cumhuriyeti, dış politikasının bir parçası olarak, görünüşte insan hakları konusunda da aktif rol oynamaya çalışıyor. Kendi ülkesinde ciddi demokrasi zafiyetleri olan bir yönetime sahip olması, bu bağlamda doğal olarak önemli sıkıntılar yaratıyor ve diplomatik çevrelerde fazla ciddiye alınmıyor.
Türkiye’nin son yıllarda gündemde olan bazı insan hakları konularındaki tutumuna kısaca bir göz gezdirelim.
- Gazze: İsrail 7 Ekim 2023’te Hamas’ın yaptığı terör saldırısına orantısız bir tepki gösterdi. Bildiğimiz kadarıyla şu ana kadar çoluk çocuk, 40 bin kişiyi katletti. Halen uluslararası bir mahkeme kararı olmasa da, dünya halklarının gözünde çoktan soykırımcı damgası yedi. Doğal olarak İsrail’in bu tutumu gerek Türk toplumunun gerekse Türk Hükümeti’nin de ciddi tepkisini çekti.
Ancak, Mısır ve Katar gibi diplomasi yürütülmediğinden, onun yerine her zamanki gibi esip gürleyerek iç politikada puan kazanılmaya çalışıldığından, bir sonuç alınamadı. Ayrıca bir terör örgütü olduğu son derece açık olan Hamas’ın ısrarla bir kurtuluş örgütü olarak tanımlanması, siyasi liderinin Türkiye’ye davet edilmesi ve Türkiye Cumhurbaşkanı ile fotoğraf çektirmesi tüm dünyada tepki çekti. Unutmayalım ki, Filistin’in resmi Cumhurbaşkanı, Batı Şeria’nın Ramallah kentinde oturan Mahmud Abbas.
Sonuçta bir anda diplomatik çabaların dışında kaldık. Artık büyük oranda sahada oyuncu değil, tribündeki fanatik bir taraftar, hatta amigoyuz. Çok sevdiğimizi düşündüğümüz Gazze’deki Araplara da en ufak bir katkımız olmadı. Üstüne üstlük, İsrail’in yargılanması için Uluslararası Ceza Mahkemesine gitmek gibi bir girişim Güney Afrika tarafından yapılırken, bizim sonradan müdahil olmamızın da bir etkisi olmadı.
Bağırıp çağırarak iç politikada avantaj sağlama çabası ise, İsrail’le ticaretin devam ettiğinin ortaya çıkması ve bu durumun uzunca bir süre hükümet sözcülerince savunulması nedeniyle, ters tepti.
- Myanmar: Bilmem hiç duydunuz mu ama, Myanmar’da Rohingya adı verilen Müslüman bir etnik grup var. Bu topluluk Myanmar’daki cunta tarafından ülkenin vatandaşı olarak kabul edilmiyor ve Bengalli olarak tanımlanıyor. Radikal dinci Budistler tarafından da hedef gösterilen bu insanlar, 2012’de ordu ve paramiliter gruplar tarafından ciddi bir katliam ve etnik temizliğe tabi tutuldu. Toplam nüfuslarının %70’i, başta hemen sınırın diğer tarafındaki Cox’s Bazaar yerleşkesi olmak üzere, Bangladeş’e kaçmak zorunda kaldı.
Bangladeş Hükümeti tarafından da istenilmeyen bu fakir halk, halen Birleşmiş Milletler tarafından kurulmuş olan kamplarda feci şartlar altında yaşıyor. Türk Hükümeti bu halkın da sıkıntılarına tepki gösterdi. Basından izlediğimiz kadarıyla, Cumhurbaşkanımız ve eşi bu kamplardan birini ziyaret etti ve değerli eşleri, çocuklara oyuncak dağıtırken göz yaşlarını tutamadı. Ancak, Bangladeş ve Myanmar’da sorunu çözecek devlet kapasitemiz olmadığından konu bir süre iç politikada gündem olduktan sonra unutuldu.
Bölgede bugün, Türkiye’den sadece birkaç sivil toplum kuruluşu çok kısıtlı kaynaklarla faaliyet göstermekte. İstanbul’da ise kaçak göçmen olarak gelmiş olan Rohingyalı küçük bir nüfus var. Zeytinburnu taraflarında toplu halde yaşıyor.
- Yemen: Zamanında bir Osmanlı toprağı olan Yemen’de bitmek bilmeyen iç çatışmalar günümüzde de devam ediyor. Şiiliğin Zeydi koluna mensup Husiler ile Sünniler arasında ülkenin yönetimini ele geçirmeye yönelik çatışmalar devam ediyor. Aslında temel konu iktidarı ele geçirerek ülkenin petrol kaynaklarını kontrol etmek.
Çatışmalarda İran Husilere askeri destek sağladı. Diğer gruba da Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri destek verdi. Ancak muazzam askeri üstünlüklerine rağmen Husiler karşısında fazla direnç gösteremediler. Önce Birleşik Arap Emirlikleri Yemen’deki kuvvetlerini büyük oranda geri çekti, şimdi de Suudi Arabistan girdiği bataklıktan çıkmanın yollarını arıyor.
2014’den beri, 35 milyon nüfuslu Yemen’de bu çatışmalar sonucu 380 binden fazla insan öldü. Birleşmiş Milletler’e göre nüfusun %85’i yardıma muhtaç durumda. Halen El Kaide gibi örgütlerin de devreye girmesiyle birlikte, birden fazla tarafın olduğu Yemen’de görüşmelerle soruna çözüm bulunması için bazı çabalar gösteriliyor.
Tarihsel bağlarımızın olduğu Yemen’deki bu kaotik ortamda Türkiye, sorunun politik olarak da dışarısında durmayı tercih ediyor. Myanmar’daki soruna bile ilgi duyan Türkiye’nin Yemen ile ilgili diplomatik bir girişimi olmaması dikkat çekiyor.
- Cammu-Keşmir: Hindistan ile Pakistan arasında bir türlü çözülemeyen Keşmir sorununda, Türkiye çok yakın ilişkilere sahip olduğu Pakistan’ı destekliyor. Bölgenin büyük bir bölümü Hindistan kontrolü altında. Azad Keşmir (Özgür Keşmir) adı verilen daha küçük bir bölümü ise Pakistan toprağı. Güney Asya’nın bu iki nükleer gücü arasında ateşkes hattında sık sık çatışmalar çıkabiliyor. Hindistan yönetiminde olan Keşmir Vadisi’nde ise Pakistan’dan da destek alan Müslüman Keşmirli gerillalarla Hint ordusu arasında zaman zaman çatışmalar olabiliyor, gerillalar bazı hedeflere sabotajlar yapabiliyor, suikastlar düzenliyor. Bölge nüfusunun %90’dan fazlası Müslüman.
Cammu Keşmir adı verilen ve yakın zamana kadar Hindistan içerisinde özel statüsü bulunan bu bölge bu ayrıcalıklı yapısını, Hindu milliyetçiliği güden Narenda Modi iktidarı döneminde Ağustos 2019’da kaybetti. Cammu Keşmir ikiye bölündü ve her iki bölge de merkezi yönetime bağlandı. Internet bağlantıları dahil dünya ile tüm ilişkisi kesilen Cammu Keşmir’de pek çok insan hakları ihlali yapıldı ve yapılmaya devam ediyor. Keşmir’deki durum hakkında sağlıklı bir bilgi almak hala olası değil.
Keşmir’in küçük bir bölümü de Çin işgali altında, ama Çin’in işgalindeki bölge halen pek gündemde değil. Bir güreş deyimi kullanacak olursak “güç, oyunu bozuyor”.
Türkiye’nin Pakistan’a yakın tutumu Hindistan’da tepki görüyor. Onlara göre bu konu Hindistan’ın bir iç meselesi. O nedenle ekonomisi hızla gelişmekte olan Hindistan’la aramızdaki ekonomik ilişkiler sekteye uğruyor. Üstüne üstlük Hindistan Türkiye’ye karşı düşmanca bir tutum besliyor. Örneğin son dönemlerde Ermenistan’a ağır silahlar sağlamaya başladı.
İlginç bir nokta ise, gerek Hindistan tarafında, gerekse Azad Keşmir’de yüzlerce Türk köyünün olması. Köylerin ahalisi geçmişte Horasan’dan buralara göç etmiş. Bu halkın, Abdülhamit döneminde Osmanlı İmparatorluğu tarafından ilgi görmesi, Enver Paşa’nın bölgeye yardımları, son Pakistan depremine giden Türk kurtarma ekipleri nedeniyle Türkiye’ye yakın ilgisi devam ediyor.
Türkiye Pakistan’a da danışarak Keşmir sorununda daha dengeli bir tutum izleyebilse, hem bölgedeki halkın sıkıntılarına bir nebze olsun katkıda bulunabilecek, hem de Hindistan’la ticari ilişkilerini geliştirerek ülkemizin refahına katkıda bulunabilecek. Hint-Pakistan sınırında sorunlar alevlendiğinde de belki bir katkısı olabilecek.
- Sudan: Sudan Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve oğlu döneminde Osmanlı toprağı olmuş. Sudan’da bu döneme Türkiye Dönemi adı da veriliyor.
Son 20 yılda ise Sudan’la ilişkilerimiz enteresan bir çizgi izledi. Sudan diktatörlerinden Ömer El-Beşir döneminde Türkiye ile ilişkiler yeniden canlandı. O kadar ki, şu anda İsrail Başbakanı Netanyahu’nun da tutuklanmasını değerlendiren Uluslararası Ceza Mahkemesi, Ömer El-Beşir hakkında insanlığa karşı işlediği suçlar, soykırım ve diğer bazı savaş suçları nedeniyle tutuklama kararı çıkardığında, kendisi Ankara’ya birkaç resmi ziyaret yaptı ve devlet töreniyle karşılandı. Halen İsrail’de Netanyahu’ya karşı haklı olarak şiddetli tepki gösteren Türkiye, Ömer El-Beşir konusunda aynı reaksiyonu göstermediği gibi sessiz bir destek de sağladı.
Ömer El-Beşir döneminde Türkiye, eskiden Osmanlı donanmasının kullandığı Kızıldeniz’deki Sevakin Adası’nı 99 yıllığına kiraladı. Ardından yine Sudan’da tarım yapma gerekçesiyle geniş arazileri kiraladı.
Ancak, Ömer El-Beşir 2019’da bir halk ayaklanmasını takip eden darbe sonucu iktidardan indirildi. Halen Sudan ordusuna ait bir hastanede polis denetiminde tedavi gördüğü söyleniyor. Yakın zamanda Türkiye tarım projeleri için epey bir para harcamış olmasına rağmen bu projelerden vazgeçti. Sevakin Adası konusunda ise bir açıklama yapılmadı. Büyük bir olasılıkla o proje de rafa kalktı.
Zaten Ömer El- Beşir’in cumhurbaşkanlığından indirilmesinden sonra ülkede kaotik bir ortam hüküm sürmekte. Şu anda da bir iç savaş tüm şiddetiyle sürüyor. Daha önce Sudan’ın batı eyaletleri Kuzey ve Güney Darfur’da katliam ve soykırım yapan Cancavid adlı bir grup, Muhammed Hamdan Dagalo (kısaca Hemditi diye adlandırılıyor) komutasında iktidarı ele geçirme mücadelesi veriyor.
Hızlı Destek Kuvvetleri adını almış olan bu grup, Birleşik Arap Emirlikleri’nin silah ve para desteğiyle General Burhan yönetimindeki ordu karşısında önemli başarılar kazandı. Hatta General Burhan başkent Hartum’dan kaçarak geçici başkent olarak ilan ettiği Kızıldeniz kıyısındaki Port Sudan’a gitti. Hemditi ise daha önce yaptığı gibi Darfur’da yine etnik temizlik ve soykırım peşinde. Arap asıllı kuvvetleriyle bu bölgedeki siyah derili, Afrika kökenli halkları yok etmeye çalışıyor. Bu son iç savaşta milyonlarca kişi evini terk etmiş, on binlerce kişi öldürülmüş durumda. Açlık nedeniyle Eylül’e kadar 2 milyon kişinin ölmesinden korkuluyor.
Türkiye, hem General Burhan hem de Hemditi ile iletişim kurma kapasitesine sahip olduğunu iddia ediyor ama, bildiğimiz kadarıyla şu ana kadar bir girişimi yok.
- İran: 1979’da iktidarı ele geçiren Şii İslam bir klik, İran’ı 45 yıldır demir bir yumrukla yönetiyor. Zorla baş örtüsü taktırmaktan tutuklamalara, işkenceler, idamlara kadar ülkede baskının her çeşidi görülüyor. Bu kadar insan hakkı ihlaline rağmen Türkiye’den bugüne kadar bir tepki geldiğini duyan olmadı. İran’la Türkiye’nin komşu ülkeler olması ve aralarında sessiz bir rekabet olması nedeniyle reel politik açısından herhalde doğru bir yaklaşım.
- Afganistan: Şu anda Afganistan’da İran’dan çok daha korkunç bir yönetim söz konusu. Taliban, özellikle kadınlara karşı ağır bir baskı uyguluyor. Kadınlara eğitim verilmesi, çalışmaları, hatta tamamen örtünseler bile erkek bir yakınları olmaksızın evden çıkmaları yasak. Türkiye ise bu yönetimi tanımamakla birlikte, tanıdığı bir ülke gibi muamele ediyor. Ticaret yapıyor, yardım yolluyor, hükümetler arası heyetler gidip geliyor, anlaşmalar yapılıyor. Türkiye’nin Kabil’deki büyükelçiliği bile normal faaliyetlerini sürdürüyor. Ama insan hakları konusunda herhangi bir telkini, müdahalesi yok.
- Doğu Türkistan: Çinlilerin Sincan (Sınır) olarak tanımladığı ülkenin kuzeybatısındaki Doğu Türkistan’da 12 milyon civarında Uygur Türkü yaşıyor. Uygur Türkleri, Türk ve Müslüman olmaları nedeniyle çok ağır baskılar altında yaşıyor. Dinlerini ve milliyetlerini unutmaları, Çinliler’in Han kültürüne asimile olmaları isteniyor. Toplama kampları, beyin yıkama seansları, camilerin kapatılması, tarlalarda ve fabrikalarda zorla çalıştırma, üremenin kontrol altına alınması gibi, pek çok maddi ve manevi işkenceye tabi tutuldukları söyleniyor. Tüm bunları gerekçe gösteren Batı Dünyası, Çin’e anlamlı anlamsız pek çok ticari/ekonomik kısıtlamalar uyguluyor. Ancak, Ankara’daki rejim bu konuda gıkını çıkaramıyor. Yukarıda daha önce Keşmir konusunda da değindiğim gibi, konu Çin olunca zor oyunu bozuyor anlaşılan.
Toparlamak gerekirse Türkiye’nin içeride insan hakları karnesi zayıf olduğundan, yurtdışında doğru konulara da değinse söylediklerinin hiçbir ağırlığı bulunmuyor. Dolayısıyla insan haklarına yönelik dış politik eylemler ve söylemler iç politikada puan kazanmayı hedeflemenin ötesine pek geçemiyor.
Türkiye’yi yönetenler, bir insan hakları ihlali, Müslüman olmayan bir devlet veya grup tarafından İslam’ı benimsemiş bir başka gruba karşı yapıldığında, devlet kapasitemizin içinde mi dışında mı bakmadan üst düzeyde şiddetli reaksiyon gösteriyor. (Çin- Doğu Türkistan konusu bunun belki de tek istisnası). Buna karşılık, Müslümanların başka Müslümanların insan haklarına tecavüz ettiği durumlarda sessiz kalıyor. İran, Afganistan, Sudan ve Yemen buna örnek.
Sonuç olarak, Türkiye’nin dış politikasında insan hakları yerine sadece Müslüman hakları gündemi olduğunu söyleyebiliriz.
Dış politika, öncelikli olarak ülkenin güvenliğini, sonra vatandaşların refahını yükseltmeyi hedeflemelidir. İnsan hakları konusu da bu bağlamda mutlaka gündeme gelmelidir. Ancak, yumuşak güç olarak kullanılacak olan insan hakları dış politikasının başarılı sonuçlar vermesi için, öncelikle yurt içinde demokrasi ve insan haklarına önem verilmelidir. Buna paralel olarak, ulusal çıkarlardan feragat etmemek kaydıyla, ikircikli olmayan tutarlı bir politika uygulanmalıdır. Askeri tehdit ve esip gürlemek yerine, konunun uzmanı diplomatlarca yürütülecek bir insan hakları dış politikası, ülkemize prestij sağlayacak, ülkenin güvenliği ve refahına katkı sağlayacaktır. O günleri yeniden görmek ümidiyle…