Meksika ve Guatemala Anılarım… Bölüm 4: Viva la Vida
Bu haftaki yazımda Meksiko’da ziyaret ettiğim üç önemli müzeyi anlatacağım.
Anlatacağım ilk müze Chapultepek Park’ındaki Ulusal Antropoloji Müzesi. Müzenin kapısına geldiğimizde oldukça uzun bir kuyrukla karşılaştık. Bu kuyrukta epey bir bekledik. Etrafımızda çok miktarda polis olması hemen dikkatimizi çekti. Hepsi tam teçhizatlıydı. Bizdeki çevik kuvvetin bir benzeri. Önce bir terör olayı var sandık, ama daha sonra müze personelinin bağlı olduğu sendika çalışanlarının maaşlarının ve özlük haklarının iyileştirilmesine yönelik protesto gösterileri yapmaya hazırlandığını öğrendik.
Müze bizim Ankara’daki Anadolu Medeniyetleri Müzesi gibi bir yer. Ancak, mimarisi çok daha estetik. Oldukça büyük olan müzede Meksika’da uygarlıklar geliştirmiş olan Mayalar, Oltekler, Toltekler, Olmekler, ve Azteklerle ilgili bölümler var. Yazı dizisinin içerisinde yeri geldikçe bu medeniyetlerden bahsettiğimden burada fazla detaya girmeyeceğim. Ancak, bazı fotoğraflara yer vermek istiyorum. Bunlardan ilki Olmekler’den kalan en önemli arkeolojik buluntulardan olan dev insan başı heykellerinden bir örnek.
Olmekler’den dev bir insan başı heykeli
Bir diğeri ise Meksiko’daki Templo Major’da bulunan bir heykel.
Templo Major’da bulunan bir Aztek heykeli
Son fotoğraf ise bir top sahası ile ilgili. Orta Amerika’nın yerel halkları büyük kauçuk toplarla maçlar yapar, bu maçlar büyük izleyici kitleleri çekermiş. Ancak bu halkların oynadığı oyunların bazı dini ritüelleri de varmış. Örneğin Aztekler’de iki takım karşılaştığında yenilen takımın kaptanı tanrılara kurban edilirmiş. Mayalar’da ise yenen takımın tümü kurban olarak öldürülür, bu şekilde hakkın rahmetine kavuşurlarmış. Oyuncular 7-8 kilo ağırlığında kauçuk topları diz ile omuz arasında taşıyarak sahanın duvarlarındaki deliklerden geçirmeye çalışırmış. Kazanma motivasyonu da tanrıya kurban olmak imiş. Ne motivasyon ama değil mi? Artık bir Maya takımı ile Aztek takımı maç yaptığında kim ölür, kim sağ kalırmış onu da siz hayal edin lütfen.
Bu makalenin yazarı, kaptanı olmadığı bir Aztek takımının maçı için antremanda
Müzenin bahçesinde bulunan çok güzel bir lokantada öğle yemeğimizi yedik. Yemekte kremalı siyah fasulye çorbası, mole sosu, guacamole (avokado salatası), fasulye sosu ve sotelenmiş biber vardı. Bunlar Meksika’nın özgün mutfağının belki bizler için modernize edilmiş çeşnileriydi.
Meksika’da avokado bizdeki elma portakal gibi bol. O nedenle doya doya guacamole yemek olası. Ülkenin temel besinini ise mısır, kabak, fasulye ve İspanyolların Orta Amerika’ya getirdiği tavuk oluşturuluyor. Hindi ise Amerika’dan Avrupa’ya getirilmiş. Etten sağlanan protein, balık, hindi ve bazı av hayvanlarıyla kısıtlı olduğundan Orta Amerikalılar’ın kısa boylu kaldıkları düşünülüyor. O zamanlar besin tamamlayıcısı haplar, tozlar yokmuş tabii.
Sonra müzenin mağazasından bir şeyler almak istedik ama kapalıydı. Meğer personeli protestolara katılmak üzere işi tatil etmiş.
Dışarı çıktığımızda protestolar şiddetlenmişti. Polislerin iki tarafında dizilerek bir koridor oluşturduğu yoldan dışarı çıktık. Ancak, bizi rahatsız eden olmadı. Sadece bazı protestocular bizlere eylemlerinin nedenini anlatmaya çalıştı.
Akşam yemeğinde yerel rehberimiz Tilal (Tilal bir Aztek kadın ismiymiş) bizden sonra göstericilerin müzeyi işgal ettiklerini ve o nedenle müzenin süresiz olarak kapatıldığını iletti. Herhalde son gezen gruplardan biri olmuştuk. Tilal’e o kadar polisin niye işgale engel olamadıklarını sordum. Ne de olsa tomalarla biber gazı, tazyikli su püskürtebilirler, tam teçhizatlı polisler göstericileri coplarla dağıtabilir, yakaladıklarına ters kelepçe takıp sonra otobüslere doldurup döve döve olay yerinden uzaklaştırabilirdi. Tilal ise bana garip bir cevap verdi; ‘Bizde polis göstericilere son derece nazik davranır’ dedi. İçimden bu aptal Meksikalılar’a bizim İçişleri Bakanlığımız ve Emniyet Genel Müdürlüğü ciddi bir eğitim vermeli diye geçti.
Zaten geçen hafta bahsettiğim Çapultepe Parkı’nı görünce de kafam karışmış, şehrin merkezinde bu kadar büyük bir kupon arazi nasıl olmuş da konut AVM, otel gibi yatırımlarla değerlendirilmemiş diye düşünmüştüm. Halbuki kısaca AMLO diye adlandırılan Meksika Cumhurbaşkanı Andrés Manuel López Obrador’un kupon arazi bakmak için bir helikopteri olmadığı gibi, itibardan tasarruf ederek cumhurbaşkanlığına ait olan tek uçağı da Tacikistan’a satmış. Artık halkla birlikte tarifeli uçaklarla uçuyormuş. Ayrıca iktidara geldiğinde Meksiko’ya yapılmakta olan daha büyük bir havalimanını da israf diyerek durdurmuş. O an bu Meksikalıların düşünce yapısını bizim anlamamız pek mümkün değil diye düşünmeden edemedim.
Antropoloji Müzesi’nden çıktıktan sonra otobüsle şehrin güneyine geçtik. Biraz sonra Coyoacan semtinde şimdi müze olarak kullanılan, Troçki’nin Meksiko’da yaşamının son dönemini geçirdiği evinin önündeydik. Coyocan aynı zamanda Frida Kahlo’nun mahallesi olarak da tanınıyor.
1907 Rus ihtilalinin önemli isimlerinden olan Troçki’den bu aşamada kısaca bahsetmem gerekiyor. 1879’da zengin bir Yahudi ailenin beşinci çocuğu olarak bugünkü Ukrayna’da, Rusya İmparatorluğu’nda dünyaya gelmiş. Asıl adı Lev Davidovich Bronstein. Troçki ismini çarlık polisine yakalanmamak için takma ad olarak almış. Bulunduğu hapishanelerden birindeki bir gardiyanın ismiymiş. Rusça’da kalem anlamına geliyormuş.
1905’teki ilk Rus devriminde ve daha sonra 1907 Ekim devriminde ve Rus iç savaşında bulunmuş. Lenin’den sonra bu sürecin ikinci önemli kişisiymiş. Ancak Lenin’in ölümünden sonra ortaya çıkan haleflik tartışmasından galip çıkan Stalin tarafından Türkiye’ye sürgüne gönderilmiş. (Stalin ise çelik anlamına geliyor.) Sovyetler Birliği ile iyi ilişkileri olan Türkiye Cumhuriyeti kendisinin önce Sovyet konsolosluğunda, sonra Beyoğlu’nda bir otelde kalmasına izin vermiş, izleyen günlerde güvenlik endişeleriyle Büyükada’ya yerleşmesini daha uygun bulmuş. Zira Troçki’nin gerek işgal döneminde İstanbul’a kaçan çar taraftarı Beyaz Ruslar, gerekse Sovyet gizli servisi tarafından öldürülme riski gün geçtikçe artıyormuş. Troçki Büyükada’daki yaşamı boyunca da Türk polisinin yakın koruması altında kalmış.
Şubat 1929’da Türkiye’ye gelen Troçki, 1932’de Sovyet vatandaşlığını da kaybedince İstanbul’u riskli bularak İtalya üzerinden Fransa’ya gitmiş. Bir amacı da Avrupa’da siyasal faaliyetlerine devam etmekmiş, ancak oturma izni alamamış. Oradan geçtiği Norveç’de de oturmasına izin vermemişler. Fransa devrimci yazılarından rahatsız olmuş, Norveç ise Sovyetlerin baskısından çekinmiş.
Sonunda Norveç’ten Meksika’ya giden Ruth isimli bir Norveç şilebiyle ailesiyle birlikte deporte edilmiş. Geçen hafta bir murali ile size tanıttığım ünlü Meksikalı ressam Diego Rivera ve kendisi gibi komünist felsefeye inanan eşi Frida Kahlo, o dönemin Meksika cumhurbaşkanı Lázaro Cárdenas del Rio’yu ikna ederek Troçki’ye oturma izni verilmesini sağlamışlar. Troçki ve eşi 1937’den 1939’a kadar Kahlo ve Rivera’nın yine Coyoacan’da bulunan Mavi Ev’inde (La Casa Azul) yaşamışlar. Ancak, 1938’de Rivera ile başlayan bir fikirsel ayrılık nedeniyle Troçki ve eşi 1939 Mayıs’ında La Casa Azul’dan ayrılmışlar ve birkaç blok ötedeki bir başka eve taşınmışlar. İşte bir müzeye dönüştürülmüş olan ve ziyaret ettiğimiz ev Troçki’nin yaşamının son günlerinin geçtiği yerdi.
Troçki bu evde yaşamaya başladıktan sonra bir suikast girişimiyle karşı karşıya kalmış. İspanya İç Savaşı’na cumhuriyetçiler safında katılmış, hatta tugay komutanlığı da yapmış olan ve geçen haftaki yazımda bir murali ile size tanıtmış olduğum David Alfaro Siqueiros da Diego Rivera gibi komünist felsefeyi benimsemiş bir sanatçıymış. Ancak Rivera’dan farklı olarak İspanyol iç savaşı esnasında Sovyet gizli servisi kendisiyle temas kurmuş ve Siqueiros bir Sovyet ajanı olmuş. İlk suikast girişimini de aldığı talimat uyarınca o gerçekleştirmiş, fakat başarılı olamamış. 24 Mayıs 1940’ta sabaha karşı polis ve asker üniformaları giyen ve makinalı tüfeklerle teçhiz edilmiş 20 kişilik bir grupla Troçki’nin evini avlusuna girmiş ve yanındakilerle Troçki’nin muhafızlarını etkisiz hale getirmişler. Daha sonra attıkları üç el bombasını takiben Troçki’nin yatak odasını 15 dakika kadar makinalı tüfek ateşine tutmuşlar. Sonra da öldüğünü düşünerek avludan ayrılmışlar ama yatak odasının bir köşesinde eşiyle birlikte saklanan Troçki suikastten kurtulmuş.
Birkaç ay sonra bu kez Stalin’in bizzat verdiği talimatla, Troçki’nin de güvenini kazanmış biri olan İspanyol Ramon Mercader, 20 Ağustos 1940 saat 17:30’da Troçki’nin çalışma odasına girmiş ve elindeki bir çapa ile Troçki’yi ağır şekilde yaralamış. Hastaneye kaldırılan Troçki kurtarılamamış ve ertesi gün ölmüş.
Troçki’nin suikasta uğradığı çalışma odası
Kaynak: https://www.atlasobscura.com/places/museo-casa-de-leon-trotsky
Evi gezerken Troçki’nin son derece basit şartlarda yaşadığını, evin banyosu, mutfağı, yatak odası gibi mekanlardan hemen anlıyorsunuz. Zaten o dönemlerde, Rivera’nın finansal desteğini de kaybetmiş olduğundan, yaşamını idame ettirebilmek için sürekli makaleler ve kitaplar yazarmış.
Evin hemen bitişiğinde ise avluya açılan ayrı bir mekan var. Orada da korumaları yaşarmış. İlk suikast girişiminden sonra avluya arka sokaktan giriş yapılan kapı örülmüş ve avlunun tüm duvarları yükseltilmiş. Avluda Troçki’nin beslediği tavşanların kümesini de görebiliyorsunuz. Ancak en ilginç yer bence öldükten sonra küllerinin konduğu anıt. Anıtın üzerinde bir kızıl bayrak dalgalanıyor ama üzerinde orak çekiç amblemi yok.
Troçki’nin mezarı
Troçki’nin evinden karmaşık duygularla ayrılırken günün devamında yaşayacaklarımdan habersizdim. Otobüsümüze tekrar binip Coyoacan’ın ana meydanına gittik. Hemen yanındaki kapalı pazar yerinde biraz dolandık, daha sonra da meydanda gezindik. Kapalı pazar yeri bir zamanlar Vietnam’da Saygon’da gördüğüm pazara benziyordu. Ucuz pek çok tekstil, incik boncuk, çanak çömleğin satıldığı bu yerde bol miktarda da ayaküstü yemek mekanı vardı.
Coyoacan Pazarı
Meydanda ise sokak sanatçıları yaptıkları resimleri, el işlerini satmaya çalışıyor, bir köşede ise orta yaş ve üstü çiftler bir müziğin ritmine kapılmış dans ediyordu. Ancak benim en çok ilgimi değişik insan tipleri çekti.
Parkta müşteri bekleyen genç bir çift
Saat 17:00’de Frida Kahlo Müzesi’ni ziyaret etmek için rezervasyonumuz vardı. Vakit geldiğinde bir kuyruğu takip ederek müzenin kapısından içeri girdik.
Resim sanatına meraklı olanlar Frida Kahlo’yu bilir. Sinema meraklıları da 2002 yılı yapımı Selma Hayek’in başrolde Frida Kahlo’yu, Antonio Banderas’ın ise David Alfaro Siqueiros’u oynadığı filmden kendisini hatırlayacaklardır.
Frida Kahlo 6 Temmuz 1907’de Coyoacan’da doğmuş. Tam adı Magdalena Carmen Kahlo y Calderón Meksika Devrimi’nin ateşli bir taraftarı olduğundan ileriki yıllarda kendi doğum tarihini, devrimin gerçekleştiği 7 Temmuz 1910 günü olarak kabul etmiş ve yaşamının modern Meksika’nın doğuşuyla başlamış olmasını istemiştir. Babası Guilermo Kahlo Yahudi asıllı bir Alman göçmeni ve Meksiko’nun tanınmış fotoğrafçılarından. Frida da küçüklüğünde ona sık sık poz verirmiş. Annesi ise Meksikalı. Frida altı yaşında geçirdiği çocuk felci sonucunda bir bacağı engelli (kısa) kalmış. Buna rağmen yaşam azmi ile ciddi spor yapmış, hatta futbol bile oynamış.
Ailesi Frida Kahlo’nun eğitimine büyük önem vermiş. Meksiko’daki dönemin en iyi eğitim veren lisesine yollamışlar. Frida Kahlo üniversitede tıp okumak istiyormuş, ancak kader onu tıp dünyası ile bambaşka bir şekilde buluşturmuş.
Bir gün erkek arkadaşı Alehandro ile bindikleri otobüs bir tramvay ile çarpışmış. Pek çok kişinin öldüğü ve yaralandığı bu kazada tramvaydan çıkan bir demir çubuk Frida’nın omurgasına ve vajinasına ciddi şekilde hasar vermiş. Kendisine artık çocuk yapmasının mümkün olmayacağı da söylenmiş. Bu kaza nedeniyle yaşamı boyunca 32 farklı ameliyat geçiren ve iki yıl kadar yatalak kalan Kahlo daha sonra da uzun süreler 28 farklı korse takmak zorunda kalmış. Tıp okuma hayalleri de bu şekilde sona ermiş. Bu olay gerçekleştiğinde 18 yaşındaymış.
Yatalak kaldığı dönemde annesi ona bir tuval ve boyalar satın almış, tavanında ayna olan bir yatak yaptırmış ve kendi otoportrelerini çizmeye teşvik etmiş. Geçirdiği çocuk felci nedeniyle zaten psikolojik ve bedensel sorunları olan Frida’nın bu kazadan sonra iyice bunalıma gireceğini düşündüğünden kızı için yatakta geçireceği dönemde resim yapmasını bir kurtuluş olarak düşünmüş. Çok hırslı ve hayata bağlı olan Frida Kahlo resim yapmada da son derece başarılı olmuş. İki yıl süren yatalaklık döneminin sonunda da müthiş bir irade göstererek tekrar ayağa kalkmış.
Frida Kahlo’nun aynalı yatağı
İzleyen günlerde Meksika’nın sanat ve politika ortamına girmiş. Nitekim Meksika Komünist Partisi’ne üye olmuş. Bir partide gördüğü Diego Rivera ile arkadaşı Tina Modretti aracılığıla tanışmış. Daha sonra kendisine resimlerini göstermiş. Aralarında romantik bir ilişki doğmuş ve aynı yıl 1929’da evlenmişler. Evlendiklerinde Frida Kahlo 22, Diego Rivera ise 42 yaşındaymış. Kahlo, daha önce iki kez daha evlenmiş olan Rivera’nın üçüncü eşi olmuş.
Frida Kahlo’nun La Casa Azul’deki çalışma masası
Rivera şişman ve iri yapılı, Kahlo ise son derece narin ve minyon olduğundan bu evliliği ailesi, fil ile güvercinin evliliği olarak tanımlamış. 1932’de hamile kalan Frida Kahlo çocuğunu düşürünce yine bunalımlı bir dönem geçirmiş. Bu arada ağrıları nedeniyle ciddi ağrı kesiciler, hatta bugün uyuşturucu diye tanımlayacağımız ilaçlar kullanmak zorunda kalmış. Sağlık sorunlarına karşı verdiği mücadeleyi de halkların Nazizim’e karşı verdiği mücadeleye benzetirmiş.
Frida Kahlo ve Diego Rivera
Fotoğraf Martin Munkasci 1934
Kaynak: https://www.artgallery.nsw.gov.au/artboards/frida-kahlo-diego-rivera/love-and-pain/item/n940cd/
İlk zamanlar Rivera’nın eşi olarak ünlenen Kahlo, daha sonra resim sanatında Diego Rivera’dan daha tanınır bir ressam haline gelmiş. Rivera ve Kahlo’nun evlilikleri de son derece türbülanslı olmuş. Zaten sürekli değişik kadınlarla beraber olan Rivera’ya ek olarak Kahlo da son derece liberal bir yaşam sürmüş. Hem erkek, hem de kadın partnerleri olmuş.
Bu fırtınalı evlilik, Diego Rivera’nın Frida Kahlo’yu kız kardeşi Cristina ile 1935 yılında aldatması ile iyice içinden çıkılamaz hale gelmiş.
Rivera’nın kendisini kız kardeşi ile aldatmasının verdiği acıyla Frida Kahlo aynı yıl aşağıdaki resmi yapmış. Resimde, kendisini aldatan karısını 20 yerinden bıçaklayan bir adam ve kanlar içerisindeki eşi resmedilmiş ama aslında burada Kahlo Rivera’nın kendisini kardeşiyle aldatarak yaptığı işkenceyi tasvir etmiş. Rivera kadınlarda uzun saç sevdiğinden de kadını kısa saçlı çizmiş resmetmiş.
A few small nips- Bir kaç küçük kesik
Kaynak: https://www.fridakahlo.org/a-few-small-nips-passionately-in-love.jsp
Bu fırtınalı yaşamı ortasında Leon Troçki ve eşi Natalia Ocak 1937’de Frida ve Diego’nu yaşadığı Mavi Ev’e gelir ve Meksika’daki mülteci yaşamlarına başlarlar.
Frida Kahlo ve Diego Rivera’nın La Casa Azul’daki mutfağı
Nisan 1937’de ise Frida ile Troçki’nin arsında romantik ilişki oluşur. Ancak bu ilişki, Troçki’nin eşi Natalia tarafından fark edilince yaz aylarında Troçki ve Frida tarafından sona erdirilir. Yukarıda da değindiğim gibi 1939’da da Troçki, Rivera ile arasında çıkan felsefi düzeydeki fikir ayrılıkları nedeniyle yine Coyoacan’da başka bir eve taşınır.
Troçki’nin öldürülmesiyle ilgili ilginç bir iddia da var. Bu iddiaya göre, Troçki’nin karısı ile olan ilişkisini öğrenen Diego Rivera Troçki’nin adresini bir şekilde Sovyet gizli servisine aktarmış, bu şekilde Troçki’nin öldürülmesine imkan tanımış.
Ancak, eldeki bilgilere göre Rivera’nın bu aldatma olayından ölene kadar hiçbir şekilde haberi olmamış. Dolayısıyla Troçki suikastında Rivera’nın parmağı yok gibi görünüyor. (Kaynak: https://clacs.berkeley.edu/mexicos-centennials-exile-and-murder-mexico ) Tabii ilerde yeni bilgiler ortaya çıkar ve bu ilişki kurulur mu bilemiyorum.
Frida 6 Kasım 1939’da Rivera’dan boşanmış. Ancak, 8 Aralık 1940’ta yeniden evlenmişler. Frida bu dönemde pek çok resim yapmış ve ünü özellikle ABD’de iyice yayılmış. Fakat şiddetli ağrıları kendisini çok ciddi şekilde rahatsız etmeye başlamış. 1950’de omurga sorunları nedeniyle dokuz ay hastanede kalan Frida Kahlo’nun Temmuz 1953’te ise, çocuk felcinin yarattığı komplikasyonlar nedeniyle kangren olan sağ ayağı kesilmiş. 13 Temmuz 1954’te ise akciğer embolisi nedeniyle son nefesini vermiş. Son ana kadar da Diego Rivera hep yanındaymış. Ertesi gün vasiyetine uygun olarak yakılan külleri gezdiğimiz Mavi Ev’de saklanıyormuş. Ev 1955’te Diego Rivera tarafından müze yapılmak üzere Meksika Devleti’ne bağışlanmış. Frida Kahlo’nun bitirebildiği son resim ‘Viva la Vida-Yaşasın Yaşam’ ismini verdiği bir natürmort.
Viva la Vida
Troçki’nin evinden karmaşık duygularla ayrıldığımdan yukarıda bahsetmiştim. Mavi Ev’den ise son derece depresif bir şekilde ayrıldım ve gecenin de önemli bir bölümünü huzursuz ve uykusuz geçirdim.
(Haftaya: Tanrıların Yaratıldığı Şehir ve Yılankıran Meryem’in Hikayesi)