Doluya koyuyorum almıyor, boşa koyuyorum dolmuyor…
Keşke her şey, iktidar parçası olanların dediği gibi güzel ve yolunda olsaydı.
Bu satırların yazarı olarak, toplum olarak geçirdiğimiz, gerçekten zor dönemleri de hatırlarım.
O en zor dönemde, kaderci bir anlayışla, halimize şükretmenin dışında, bir seçeneğimiz yok gibi değil, yoktu.
Yokluk içinde yokluk, kabul edilir mi?
Tabii ki edilir. Zaten başka şansınız yok.
Mesele varlık için yokluk ya da yetersizlik yaşamaktır. Varlık içinde yetersizlik demek adalet eksikliği demektir. Adaletin porsiyonu olmaz. Adalet ya vardır, ya da yoktur.
Bazı elbiseler, kusurlu olduğu zaman, ucuza satılır. Ucuza alanlar, aldıklarının kusurlu olduğunu bildikleri için şikayet etmez.
Sıra adalete geldiği zaman, eksik, kusurlu adalet, kabullenilerek sineye çekilmez.
***
Kıbrıs Türk halkını her haliyle seviyorum. Kıbrıs Türk halkına sevgimin, erozyona uğramaması için kendi kendimle savaştığımı da gizlemeyeceğim.
Her yerde hiç çekinmeden söylerim, yazmam gerekirse de yazarım. Hatta yinelerim ki duymayan duysun, okumayan varsa okusun. Kıbrıs Türk Halkı’nın tarihin derinliklerinden gelen bir özgüven sorunu vardır. Özgüven eksikliğinin bir sonraki aşaması öğrenilmiş çaresizliktir. Kazığa bağlı, ipimiz olsa ve ipin boyu kadar hareket etsek ve sonrasında ip kazığa bağlı olmasa, yine ipin boyu kadar hareket ederiz. Öğrenilmiş çaresizliğin pek çok örneği vardır.
***
Özgüven eksikliği ve öğrenilmiş çaresizliğin devamında, her türlü olumsuzluğu, vurgun, sömürü, talan ve yağmayı çok kolay içselleştirme, hazmetme gelir.
Böyle anlayış ortamında atasözleri de bozulmuşluğu destekler.
Gemisini kurtaran kaptan.
Her koyun kendi bacağından asılır.
Beni sokmayan yılan bin yaşasın.
Söz gümüşse, sükut altındır.
Su küçüğün, söz büyüğün. Halbuki su susayanın, söz, söyleyecek sözü olanındır.
***
Bugüne kadar herhalde sekiz binin üzerinde makale yazdım.
1998’den beri de aralıksız her gün yazıyorum. Bir dönem oldu, her gün, hem kendi köşem için yazdım hem de başyazıyı kaleme aldım.
Dünyanın neresine gitsem, günlük yazma sorumluluğumu askıya almadım. Fincancı katırlarını ürküttüğüm, gazetenin patron ve yönetimine baskı yapıldığı için yazmam engellendi. O dönemlerde bile ben her gün yazdım.
Hiç yorulmadım mı?
Hiç pes etme noktasına gelmedim mi?
Her iki soruya da yanıtım HAYIRDIR.
Elbette, yaşananları ve halkın sessiz kalmasını kabul etmediğim çok oldu.
Bilgisayarın başına otururum. Bilgisayar bana, ben bilgisayara bakarım uzun uzun. Sonunda derin bir nefes alıp yazmaya başlarım. Tıpkı bu satırları yazmaya başlamadan olduğu gibi.
Gündem, dolmuş, taşma noktasının ötesine geçmiş.
Gündemden esinlenerek en az yüz makale yazabilirim.
Sadece Avrupa Parlamentosu seçimleri için bile yüz makale yazmam mümkün.
Fark ediyorum, içimden gelenleri olduğu gibi yazsam, “Hasan Hastürer’in dili bozuldu” diyeceksiniz.
***
Bir söz var “Doluya koyuyorum almıyor, boşa koyuyorum dolmuyor”…
Bu atasözü, çözümü zor olan, sonuç alınamayan ya da başarısız olunan durumları anlatır.. Hangi yöntemi denerseniz deneyin, olumlu bir sonuç alamıyor ya da beklentiyi karşılıyamıyorsanız, “Doluya koyuyorum almıyor, boşa koyuyorum dolmuyor” diyorsunuz.
Bu topraklarda, duyu organları, insani değer yargıları sağlıklı olanlar elini vicdanlarını koyup, söylesin, “Haksız mıyım?”