Hasan Hastürer

Ümit İnatçı, yüzlerce yıl sonra da anılacak değerdedir…

Kimse alınganlık göstermesin. Sanat eleştirmeni değilim, ama, Ümit İnatçı’yı tüm zamanların, evrensel düzeyde iz bırakan ilk üç Kıbrıslı Türk sanatçısından biri görürüm. Hatta ilk iki de diyebilirim.

Ümit İnatçı, felsefi derinliği olan çok yönlü bir sanatçımızdır. Eserlerine bakıyorum… Eserlerine baktığımda ne görüyorum, diye sorsalar, onlarca makale yazabilirim.

Resim eserleri yanında yayımlanmış 43 kitabı olan Ümit İnatçı’nın pes etmeyip, bu topraklarda yaşamaya devamını gerçek anlamda bir vatanseverlik olarak görüyorum.

Acı ama gerçek, öncelikle bir ressam, resim sanatçısı olarak Ümit İnatçı, uluslararası düzeyde gördüğü yüksek değeri, Kuzey Kıbrıs’ta göremiyor. Bu onun eksiği değil, bu topraklarda gerçek sanatçıya hak ettiği değeri verme yetisinin en yukarıdan başlayarak gelişmemiş olmasıdır. Toplumumuzda sanatı, sanatçıyı değerlendirecek kültür yoktur.

Ümit İnatçı, yüzlerce yıl sonra da Kıbrıs adasının sanatı konuşulduğu zaman anılacak değerdedir.

Dün Mağusa’daki atölyesinde Ümit İnatçı ile asla unutmayacağım nitelikte bir sohbet yapma imkanı buldum.

Sonrasında Mağusa sokaklarında da yürüdük.

Ümit İnatçı ile geçirdiğim zaman, gerçek anlamda kazanılmış bir zaman oldu.

İşte Ümit İnatçı ile yaptığımız sohbetin yazılı hali.

***

H. HASTÜRER: Kıbrıs’ta sanatçı olmak?

Ü. İNATÇI: Soru olarak çok net ama yanıtı çok karmaşık olacak bir soru…

“Sanatçı olmak” kişinin bulunduğu fiziki ve kültürel coğrafik konumu aşan ve daha fazla evrensele doğru açılan bir mevcudiyet sorununu içerir.

İşte sorun tam da burada başlıyor… Sanatçı kimliğinin yerellik çeperinin sınırlarını zorlaması kültürel çatışkılara neden olabilecek bir çıkış hamlesi sayılacağından bizim gibi medeniyet sıkıntısı çeken toplumlarda pek de olumlu karşılanacak bir “olma” biçimi değil. Çünkü bu olma biçimi –toplum için– aynı zamanda olunmaması gereken bir başkalık durumunu da içerir.

Bu yüzden felsefi ve politik bir duruşa sahip gerçek anlamda “sanatçı olmak” bir coğrafyaya bağlı olsun olmasın zaten kendi içinde sıkıntılı bir sorunsalı barındırır… Belki tuhaf gelecek ama içinde yaşadığım toplumda kendimi sanatçı hissedeceğim bir sosyal kültürel katmanın varlığını hissedemiyorum; yani “sanatçı olmak” duygusunu ve kanaatini besleyebileceğim entelektüel ve tarihsel bir karşılığın olduğunu söyleyemem…

 H. HASTÜRER: Bir sanatçı için kendi toprağı ve uluslararası iz bırakma kıyası nasıl özetlenebilir?

Ü. İNATÇI: İşte burada ilk soruya ilişkin bir açılımla devam edebilirim… Bir sanatçının kendi toprağı demek, içinde yaşadığı coğrafyanın kültürel hafızası demektir. Tarihsel katmanlardan oluşan ve kültürel kodlarla toplumsal belleğimizin pekişmesini sağlayan her ne varsa zaten önce bir izdir sonra da beden.

Sanatçı kendi varoluşsal süreçlerini önce kendi bulunduğu yerden bir iz toplayıcı olarak biriktirir, sonra onu evrenin bütünü içinde bir “birlik kuralı” olarak yerleştirmeye çalışır. Bu aynı zamanda içgüdüsel bir süreçtir çünkü sanat zaten ontolojik olarak bütüne varma çabasının ta kendisidir.

Kültürel anlamda bir yerlerde iz bırakma, yani yaptıklarının birileri tarafından değerli bulunup daha görünür kılınabilmesi için ona değer atfetmesi bir başka süreci içerir. Bu da iletişim kanallarının doğru yönde çalışması ve doğru zamanda doğru ortamlarda bulunmakla ilgilidir. Ve elbette ki ilgi çekme, değer görme ve bu doğrultuda alan kazanma şansla ilgili değil sahici değer üretmekle ilgilidir…

Uluslararası düzeyde ve Kıbrıs Rum toplumu içinde ürettiklerimle ilgili hatır sayılır bir fark edilme durumu olsa da, bunu kendi toplumum için söyleyemem… Diyeceğim o ki, iz bırakmak için yeterli bir ağırlığa sahip olmak yetmez, zeminin de katılık derecesi uygun olması gerekir…

H. HASTÜRER: Maddi anlamda güç sahibi olan ya da orantısız bir şekilde servet sahibi olanların sanatla ilgili kayıtsızlıkları kendi içinde ne tür bir çelişkiyi barındırır, bunu nasıl yorumlayabiliriz?

Ü. İNATÇI: Çok net ifade edecek olursak, Kıbrıslı Türk toplumunda Burjuvaziye yaklaşan bir zengin sınıf karakteri hiçbir zaman oluşmamıştır. Üretim araçlarını elinde tutan, kapital donanımına sahip zengin zümreler tek değerin para olduğuna ve banka hesaplarındaki yoğunluğun tek güç göstergesi olduğuna inanıyorlar.

Bir medeniyet göstergesi olan sanatın, onların “olmak” la ilgili bir değer taşıdığı inancı zaten oluşmamıştır.

Ekonomik göstergeler sadece maddi kazanç üzerine inşa edilirken, manevi ve entelektüel bir değer taşıyan sanatın onlar için bir ihtiyaç olması beklenemez. Dolayısıyla rahatlıkla kendilerine “sonradan görme” zenginler diyebileceğimiz bu zümrenin sanata değer vermesi eşyanın tabiatına aykırı bir durum arz ediyor.

Peki, durum böyleyken ne yapılmalı? Diğer medeni ülkelerde olduğu gibi sponsorluk yasalarını hayata geçirip, en azından bunu bir devlet politikasına çevirmeli… Bugün itibariyle böyle bir durum söz konusu olmadığına göre, her sanatçı kendi şartlarını zorlayarak var olmaya, üretmeye devam etmesi kaçınılmaz bir yazgı gibi…

 

H. HASTÜRER: Sanata ve sanatçıya saygının somut göstergeleri neler olabilir?

 

Ü. İNATÇI: İşte bir önceki soruda ortaya çıkan manzara neyse yanıt da orada gizlidir. Bir kere ne siyasi ve kamusal yapıda ne de ekonomik ve ticari yapıda böyle bir algının yerleştiğini görmek mümkün değil.

Örneğin onca hotel vardır oralarda herhangi bir sanatçının eserine rastlamak mümkün değil, birkaç istisna hariç. Devlet dairelerine bakıyorsun orada da manzara farklı değil; bir de buralarda değerli değersiz ayrım yapmadan her şeyi bir çorba halinde bulabilirsin.

Sanat hala gerektiği şekilde değer görmediğinden her “sanat” adına yapılan şeye sanat eseri muamelesi de gösterebiliriz.

Bu karmaşa içinde saygı yerine saygısızlığın hâkim olduğu daha bariz bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor. Yani, sanattan sayılmayacak şeye sanat eseri muamelesi göstermek, sanata değer vermemekten daha vahim bir durumdur…

H.HASTÜRER: Uzun süre kapalı toplum olmanın sanata etkileri ne olmuştur?

 

Ü. İNATÇI: Evet, bunu bir dönem için geçerli sayabiliriz, ancak gönümüzün iletişim koşullarında “kapalı toplum” olmak biraz da açılmaya meyil vermemek adına çıkarcı bir davranış gibi görünüyor. Çünkü açılmak demek yüzleşmek, kendini başka değerlerle karşılaştırmak demektir. Kendi sığlığımızı gizleyerek vasatlığa değer atfetmek daha korunmacı bir sosyolojik davranış gibi görünüyor.

Bir sanat yapıtı sadece görsel ya da işitsel düzeyde algılanan bir fenomen olmakla ilgili değil, onun tüm yaşam alanlarıyla ilgili bilgiyi içermesi ve bir medeniyet göstergesi olduğu da gözden kaçırılmamalı.

Biz hala sanatsal etkinlikleri diğer aktivitelerin yanında bir boş zaman eğlencesi olarak algılıyoruz. İçi boş bir statüye dönüştürülen “sanatçı” kimliği her şeyden önce bir kişilik inşa etme biçimidir.

Bizde görülen odur ki “kişi” olmadan sanatçı olmak her zamankinden daha çelişkili bir hal almıştır… Bırakın siyası yapıyı ve sermaye zümresinin sanata bir katkı sağlamadığını, yükseköğrenim kurumlarının da entelektüel ve eleştirel açıdan bu konuda pek de verimli olduğunu söyleyemeyiz…

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu