Son 5 yılda “iki devlet” ayrılıkçılığının bilançosu çok ağır oldu…
![](https://noktakibris.com/wp-content/uploads/2024/03/hasan_kahvecioglu.jpg)
Türkiye’nin 1960’lar öncesinden “milli politika” olarak benimsediği “federal çözüm”den aniden vazgeçmesinin çok ağır “fatura”sı, giderek belirginleşmeye başlıyor…
Sayın Tatar’ın, geçtiğimiz dönemde Erdoğan’ın bu “ayrılıkçı” politikasına “papağan” kıvamında uyum sağlaması, Kıbrıslı Türkler’e büyük zarar vermiştir.
Aslında, Kıbrıslı Türk siyasetinde bu “icazet ilişkisi” modelini, her dönemde görmek mümkündür.
60’tan önce, “İngilizci”ler vardı…
Onlar, Sömürge İdaresi’ne birer “Obedient servant” olarak hizmet ettiler…
1930’lardan itibaren, “Altı ok”çular, Atatürkçüler, Türkiyeciler, bu “İngiliz uşakları”nın karşısına dikildiler…
Ama onlar da “uşaklığın” dozunu hep kaçırdılar…
Sömürge döneminin bu kötü mirası “alışkanlıklar” daha sonraki dönemlere de yansıdı ve Kıbrıslı Türk siyasetçisinin TC karşısında daha “özerk” bir siyasal tavır oluşturmasına hiç izin vermedi.
Türkiye’ye “paçayı kaptırmak”la, “Türkiye ile dayanışma içinde olmak” birbirine dolandı…
Kıbrıslı Türkler, siyasette bunun “doz”unu ayarlamayı tarihin hiçbir döneminde beceremediler.
Çoğu zaman solcu partiler de “Türkiye ile iyi ilişkiler kurmak” konusunda adeta çuvalladılar.
Bu yüzdendir ki, zaman içinde ne “Kuran Kursları” önlenebildi, ne de “laik” olduğu Anayasasında yazılı bu “devletçiğin” her yanında minarelerin yükselmesine bir “sınırcık” konulabildi.
Artık, üniversite içinde de cami ve minare var, mahkeme binalarının dibinde de…
Ülkenin genel görünümünde “Ben bilim yuvası değilim” diye bağıran üniversiteyi de kanıksadık…
Yargıyı, Yasamayı gölgesinde tutacak avluları içindeki cami ve minarelerin yükselişini de…
Geçmişte; başta Bülent Ecevit olmak üzere, Kıbrıslı Türkler’in kendilerine özgü “siyasi kültür”lerini tanıyan, saygı duyan politikacılar vardı.
Ancak; burasını “Bubasının çiftliği” sanan, hoyratça yönetmeye kalkanlar da oldu…
AKP ise, Türkiye’de olduğu gibi, bu toprak parçasını “dönüştürmeye” yöneldi ve geçmiş TC hükümetlerinden çok fazla ileriye gitti. Tabii yukarıdaki “karakter” özelliklerimizin yardımıyla da mevzii başarılar elde etti.
Bizim “kağıttan kale” siyaset kurumumuz, Erdoğan’ın üfürmesiyle yer ile yeksan oldu…
Ne yazıktır ki, “Artık federasyon mederasyon defteri kapandı” diyen Ankara’ya karşı, buradan da toplum düzeyinde ciddi anlamda bir “tepki” konamadı…
AKP; seçimlere karışma süreçlerinde tam bir “alaturka” hoyratlıkla neredeyse, üzerimizden silindir gibi geçti.
İtibar suikastlarıyla müthiş bir “teslimiyet” ortamı yarattı.
İstediği buydu ve bunu da başardı…
Hem siyasette, hem nüfus düzleminde…
Bu “icazet” politikalarına 2017’de karşı koyabilen, Kıbrıslı Türkler’in “özne” olmasında ısrar eden bir siyasetçi çıktı bu toplumdan: Mustafa Akıncı…
Akıncı; 1987 yılından beridir; “Anavatan-yavruvatan hamasetine son verilmeli, TC-KKTC ilişkileri karşılıklı saygı temelinde yeniden okunmalıdır.” demekteydi.
2017’de Crans Montana’da; “özne” olmanın gereklerini yerine getirdi…
Anastasiades’in de geçenlerde teslim ettiği gibi “Rum toplumunun hassasiyetlerine” saygı göstererek insiyatif aldı, öneriler sundu, uzlaşmaya katkı koydu.
Ancak Anan Planı’nda olmadığı gibi, Crans Montana’da da olmadı…
Türkiye, o aşamada “Tek taraflı müdahale hakkı”nda esneklik göstereceğine dair sinyaller vermişti. Bunu, BM Genel Sekreteri de açıkladı.
Ancak, Crans Montana çökünce, TC çok maceralı bir yola girdi. Asırlık tezi federasyondan caydı. “İki devlet” diye formüle ettiği “ayrılıkçı siyaset”i benimsedi.
Burada da bu politikayı sabah akşam bıkmadan usanmadan pazarlayacak bir “yerel politik figür” buldu.
5 yıldır; birlikte “hamaset” ağırlıklı bu “törensel” siyaseti sürdürüyorlar.
AKP; buraya tam anlamıyla nüfuz etti.
AKP’ye “kapıkulluğu” yapan siyasetçiler buna zamanla alıştı, boyun eğdi.
“Tanınmadan görüşme yok” diyen Tatar, bu süreçte dünya kamuoyu baskısını hiç hissetmedi.
Rahatça, dilediği gibi “ayrılıkçı siyaset”i pazarladı. Kimse buna aldırış etmedi.
Eskiden Denktaş’a yapılan uluslararası baskıların zerresi bile Tatar’a uğramadı.
BM’nin Genel Sekreteri Guterres ise “Erdoğan’ın hatırı”na sadece “durumu idare etmekle” yetindi.
Bu durum; tabii ki Hristodulidis’in ekmeğine yağ sürdü…
Adam; Tatar sayesinde, AB nezdinde, batı nezdinde “Barışçı” bir politikacı olarak kendisini sundu.
Rum tarafı için tam bir “Kremalı ekmek kadayıfı”ydı Türk tarafının “iki devlet” rüyası…
Hristodulidis, bu ortamın kaymağını yedi…
Hiçbir Rum devlet başkanının cesaret edemediği işi başardı.
Rusya ile “statejik ortaklığı” tarihe gömdü; batıya, ABD’ye yöneldi.
Karşılığını da fazlasıyla aldı.
Artık “Kıbrıs Cumhuriyeti” ABD’nin eğiteceği ordusuyla, oradan gelecek üstün nitelikli silahlarla kendine bir “güvenlik kalkanı”na sahiptir.
Kime karşı?
Elbette Türkiye’ye karşı…
Rum tarafı; Türkiye kiminle ilişkilerini bozmuşsa, anında orada yerini aldı ve kendini koruyacak “cephe”yi genişletti.
Artık; Fransa bu topraklarda at koşturtmaktadır…
İsrail; “Kıbrıs Cumhuriyeti”ne kol kanat germiştir.
Rum tarafının bu uluslararası stratejik adımları kimin sayesinde olabilmiştir?
Hiç kuşkusuz Türkiye’nin ray değiştirmesi, federasyondan cayması sonucunda, Türk tarafının içe kapanması, Tatar’ın “Mr. No” davranışları, bu gelişmelerin ana nedenidir.
Ne yazıktır ki son 5 yılın bilançosu çok ağırdır.
Bize tüm bunlar çok pahalıya mal oldu maalesef…