Öz evlat kim? Üvey evlat kim?
Devletin kuruluş amaç ve görevlerine baktığımızda, ‘hakemlik’ veya ‘arabuluculuk’ görevi, devletin varlığının ana sebebidir. Farklı bir deyişle devlet, toplumsal dengeyi korumak için vardır.
İnsanlığın zaman içinde gelişimi, felsefe ve sosyoloji ile yoğrularak farklı yönetim şekillerinin ve farklı ekonomik modellemelerin ortaya çıkmasına olanak sağlamıştır.
Temelde ise, devletin aracılığı ve denetimi ile toplumsal başarı ilkesi ise değişmemiştir. Medeni devlet yönetimi anlayışının, bireysel veya zümrelerin çıkarları üzerine kurulduğu, devletin toplumun bireylerine eşit mesafede olmadığı bir tek örnek yoktur.
Bu bağlamda, KKTC’nin medeni devlet anlayışı ile yönetildiğini iddia edenlerle, her türlü tartışmaya açığım.
İster 1974’ü, isterseniz 1983’ü başlangıç olarak kabul edin, Kuzey Kıbrıs’ta özel sektör ve kamu çalışanları hiçbir şekilde ayni çatının altında değerlendirilmedi.
İster ayni devlet çatısı altındaki vatandaşlar, isterseniz üretimin en önemli kaynağı sayabileceğimiz emekçiler olarak bakın, sonuç değişmiyor. Devlet vatandaşlarına karşı eşit mesafede durmadı. Tıpkı, dünden bugüne, üretimin öneminin, siyasi söylemlerde kaldığı gibi, özel sektör emekçisi de, bu devletin üvey evladı oldu.
Yakın geçmişe kadar uzunca bir üre ülkemizde kamu çalışanı öz, özel sektörün emekçisi ise hep üvey evlat muamelesi gördü. Şimdi ise, hala kamu çalışanlarının sosyal hakları daha önde olsa da, her iki kesimin de üvey evlat muamelesi gördüğünü söylemek mümkün.
Çalışma hayatında, tek tip sosyal güvenlik yıllarca tartışıldı, en sonunda yasalaştı.
Prensip olarak, toplumun çalışma çağındaki her bireyinin eşit muameleye tabi tutulması doğru olandır.
Ancak, halk arasında “Göç Yasası” diye bilinen, 47/2010 sayılı yasanın temel amacının özel sektör emekçilerinin haklarının yukarıya çekilmesinin amaçlandığı söylense de, sonuç, birçok anomaliyi de beraberinde getirdi.
Kamuda ayni işi yapan iki kişinin, sadece istihdam zamanındaki hak kaynaklı, ciddi gelir farkları oluşmasına sebebiyet verilmesine sebep olundu.
Türk Lirasının son dönemdeki dalgalı seyri ve değer kaybı sonrası oluşan enflasyonist ortam sistemin bilinen ayıplarının, daha da su yüzüne çıkmasına sebebiyet verdi.
Bugün için hala özel sektörde çalışan ezici çoğunluk sendikal haklardan yoksun, gerçek gelir düzeyinin altında prim yatırımı ve benzer sorunlar altında çalışıyor.
Trajikomik noktalardan biri de ülkedeki asgari ücretin, belirlenmiş yoksulluk sınırının altında olması.
Hala daha kayıt dışı istihdam(kaçak işçi dahil), demografik yapıyı tehdit eder durumda, dış göçü tetikleyen ciddi bir sorun ve denetim altında değilken, yaklaşık 300 bin nüfuslu bir ülke olmamıza rağmen, 50 binin üzerinde çalışma izinli çalışanımız olması ise, izahı olmayan bir oran. Bizim çapımızda bir devletin, bu oranda ithal işgücünün, emeklilik ve benzeri sosyal haklarının mükellefiyetini karşılaması ne rasyoneldir ne de sürdürülebilir.
Bu ülkenin çalışma hayatı ve işgücü bir sorunlar yumağıdır. Bugüne kadar yapılmış yasaların bu soruna çözüm olmadığı aşikar. İşgücünün sorunlar yumağı olduğu bir yapıda, üretim, verimlilik ve ekonomik kalkınmadan bahsetmek hayal satmakla eşdeğerdir.
Bunca yıldır siyasetin, kamu istihdamı üzerinden sürdürdüğü popülist istihdam politikaları, ülkenin bu günlere gelmesindeki baş sorumludur. Kurulu sistem; “ Kamuda maaşlar ödenirse, toplumun gazı alınır” ya da daha açık söylemle, “Avuç açma siyaseti” temeli üzerine kurulu. Böylesi bir yapının kendi kendine yetmesi nasıl beklenebilir.
Eğer toplumsal bir gelecekten bahsetmek istiyorsak, toplumun tüm kesimleri, öncelikle ayni bütünün parçaları olduğunu tekrardan hatırlamalıdır. Yapılacak yasalar da bu bütünlüğü sağlayıcı nitelikte olmalıdır. Bugünkü gibi ayrıştırıcı değil.
Bugünkü siyasi yapıdan, bunu beklemek ise saflıktan ötedir.