Parlamentoların saygınlığı vardır, ya da olmalıdır
Demokratik parlamenter sisteme sahip ülkelerde parlamentoların saygınlığı vardır, ya da olmalıdır.
Bu saygınlığın kaynağı ne bina ne de koltuklardır. Bu saygınlığın kaynağı Meclis’in görevini hakkıyla yapıp yapmamasıdır.
Milletvekilleri görevini hakkıyla yaparsa bu görevlerin toplamı Meclis’in saygınlığını olumlu yönde etkiler. Tam tersi olursa milletvekillerin çapsızlığı, beceriksizliği ya da kişiliksizliği Meclis’in saygınlığını erozyona uğratır.
Demokrasinin gerçek anlamda var olabilmesi için herkesin demokrasiyi bir yaşam biçimi olarak benimsemesi gerekir. Demokrasi yemek gibi tam, yarım ya da çeyrek porsiyon olmaz. Kuvvetler ayırımı varsa o kuvvetler ayırımında çok önemli yeri olan Meclis’te herkes kusursuz görev yapmalıdır. Ve belki de en önemlisi milletvekilliği görevini hakkıyla yapabilecek olanlar seçilmeli. Bir zamanlar Asmaaltı’ndaki Vadilili kahveci rahmetli Ahmet Dayı, “Bir kalbur samanı iki eşeğe taksim edemeyenler Meclise gidememeli.” demişti.
***
Yarası olan gocunsun..
Her koltukta oturan milletin vekili midir? DEĞİLDİR.
Meclis’te görev yapan her vekil elini vicdanına koyup göreve geldiği ilk günden bugüne ne yaptığını tartsın. Eğer gerçekten huzurluysa değil bir dönem daha bir ömür vekil olsun. Ancak bu konuda karar vermeden bir de uzak değil yakın çevresinin görüş ve tepkilerine kulak verirlerse kararları daha sağlıklı olur.
***
Ünlü gazeteci – yazar rahmetli Çetin Altan, 1966 yılında İşçi Partisi’nden milletvekili idi. Özellikle 1966 bütçe görüşmelerinde Çetin Altan’ın yaşadıkları ilginçtir.
Altan, milletvekili günlerinin anılarını “Ben Milletvekili İken” isimli kitapta 1971 yılında topladı. O kitapta yazılanların pek çoğu kıssadan hisse çıkarmaya hala uygun.
Çetin Altan önce çoğunluk vekillerinin bakış açılarıyla ilgili şöyle bir yorum yapıyor:
“Elli yıllık cumhuriyet devri eğitiminin çok yetersiz kalmış olduğunu sıkı sık görüyorduk. Meclis’teki politikacılara baktıkça. Dünyada olup biten hiçbir şeyin farkında değillerdi. Ve bu tür konular açılınca da, aşağılık duygusunu yenmek için zorlama takındıkları bir küstahlıkla:
Ee ne olmuş yani, derlerdi.
Ve şayet iki oy fazla almak veya bir gıdım avanta daha fazla sağlamak için, yeni doğmuş elli bebeği boğazlamaları gerekse, göz kırpmadan yapabilirlerdi bunu. O kadar hırslı, bencil ve ruhsuzdular.
Ve bu nedenle de en çok sosyalist entelektüel, hem kendilerinden daha yetenekli ve görgülü hem de avantajlığa karşıydı.
Gözleri döne döne:
Sosyalistim diyor, ama arabası var. Sosyalistim diyor, ama Avrupa da okumuş. Sosyalistim diyor ama viski içiyor, diye homurdanırlardı. Bu sosyalistlikten çok, şehirliye karşı duyulan taşra kızgınlığıydı.
Ancak bu kızgınlık bir mantık sistemi içerisinde akıl düzeyine çıkmıyordu. Ve şehirliye duyulan taşra öfkesi ona karşı sermayecilikte yarışa girmek istiyordu. Ve bu nedenle sosyalist entelektüele bir de sosyalist olduğu için kızılıyordu.”
***
Bir de Çetin Altan’ın ünlü “Çüş” hikayesi var. Onu da şöyle anlatıyor:
“Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin sayın üyelerine karşı 1966 yılının Bütçe Kanunu tasarısındaki Meclis ve Senato bölümünde konuştuktan sonra iktidar sözcüsü kürsüye geldi ve bana cevap olarak bizim valideye bir güzel sövdü. Demokratik bir ülke olan Türkiye’nin siyasi terbiyesindeki bu rastlamadık zarafete aynı ölçüde cevap vermenin zorluğuna düştüğüm için, insanların hayvanlara karşı kullandıkları dili kullanmak zorunda kaldım:
Çüş, dedim.
Meclis tutanaklarına dört dörtlük bir kalıp gibi oturan bu söz çeşitli tartışmalara yol açtı.
Fakat bizim, “Çüş” orada bir dönemde bir insandan bir iktidar sözcüsüne karşı çıkabilecek en layık cevap olarak kaldı. Şükür ki insanoğlunun da bir hayvana karşı söyleyebileceği böyle bazı sözcükleri var.
O geceyi hala tiksintiyle hatırlıyorum. Meclis’in bütün o şaşaalı avizeleri yanıyordu. AP’liler akşam yemeğinin mahmurluğundan taşan bir anason kokusunun rehavetinde, kızarmış gözlerle sıralara yanlamışlar, oturuyorlardı.”