Alper Eliçin

Bir Zamanlar Peru-Bolivya Bölüm 1

Geriye dönüp baktığımda, bugüne kadar yaptığım geziler arasında beni en çok etkileyeninin 21 yıl kadar önce yapmış olduğum Peru-Bolivya gezisi olduğunu anlıyorum. Bu iki haftalık geziyi Haziran 2004’te iyi bir seyahat acentesiyle yapmıştım.

Gezi, 4 Haziran 2004 Çarşamba günü Atatürk Havalimanı’nda, sabah 6:00’da KLM’in Amsterdam uçağına binmemizle başladı. Amsterdam’dan yine KLM’in bir uçuşuyla Peru’nun başkenti Lima’ya ulaştığımızda yerel saatle 18:50 olmuştu. Sekiz saatlik zaman farkını da hesaba katarsak 19 saatlik bir yolculuk… Latin Amerika’ya yaptığımız ilk gezi olduğundan oldukça heyecanlıydım. Amsterdam – Lima uçuşunu MD 10-30 ile yaptığımızdan da uçuş sırasında biraz huzursuz olmuştum. THY filosunda bulunan ve bu uçakların öncüsü olan bir DC 10-10’un Paris’ten kalktıktan hemen sonra bir tasarım hatası nedeniyle düşmesinden ve 346 kişinin ölmesinden sonra bu uçaklara güvenim kalmamıştı.

2000li yılların başında Avrupa Kıtası ile Lima arasını yakıt almadan uçabilecek uçaklar henüz yoktu. O nedenle, Karayipler’deki Hollanda Antilleri’nde, Bonaire isimli dümdüz ve küçük bir adada yakıt molası verdik.  Bu ada ve hemen batısındaki Curaçao hemen Venezuela açıklarında yer alıyor. Dünyada Curaçao aynı adlı -genellikle mavi renkli, yüksek alkollü bir içkisiyle tanınıyor.

Peru, Güney Amerika’da, Pasifik sahili boyunca uzanan bir ülke. Sahilden içerilere doğru gidilince And Dağları’nın ülkeyi kuzeyden güneye doğru kestiği görülüyor. Dağların ardında ise Amazon ormanları başlıyor. Nüfusu 34 milyona yaklaşan Peru’nun yüzölçümü 1,218.000 kilometrekare. Nüfus yoğunluğu 26 kişi/kilometre. Dünyanın 19. büyük ülkesi. Kişi başına milli gelir ise ancak 6,700 dolar. Ülkenin İnka İmparatorluğu dönemindeki adı Tawantinsuyu (Dört Bölgenin Ülkesi) imiş. İspanyollar buralara altın ve gümüş peşinde Orta Amerika’dan gelmişler ve yerli halkın Peru’nun ufak bir bölgesine Biru dediklerini duymuşlar. İspanyollar bunu yanlış anlayıp tüm ülkeye Peru adını vermişler.

Peru tarihi MÖ 3000’lerde başlıyor. Günümüzde en bilinen medeniyetleri ise 1438-1533 arasında hüküm süren ve İspanyollar tarafından yıkılan İnka İmparatorluğu. İmparatorlarına İnka denilen bu toplumun adı ise Quechua imiş.

1532’de bu bölgeye sefer düzenleyen Francisco Pizarro, bölgede bol bulunan altın ve gümüşleri talan ettikten sonra, son imparator Atahualpa’yı öldürmüş.

1533-1821 arasında bir İspanyol sömürgesi olan Peru, 1821’de Jose de San Martin liderliğinde bağımsızlığına kavuşmuş. 1821’de ise Simon de Bolivar ve Antonio Jose de Sucre önderliğinde İspanyol kuvvetleri tamamen yenilgiye uğratılmış. İspanyolların tüm sistematik çabalarına rağmen kaybolmayan İnka kültürü, And Dağları’nda hala belirgin olarak gözlemlenebiliyor.

  1. ve 20. yüzyılları iç savaşlarla geçiren Peru’da, 1980’lerde hükümet kuvvetleriyle Maoist gerilla gurubu Aydınlık Yol (Sendero Luminoso) arasında yoğun çatışmalar yaşanmış. Sendero Luminiso bugün de Peru’nun bazı bölgelerinde düşük düzeyde de olsa faaliyetlerini sürdürüyor. Günümüzde ülke hala politik çalkantılarla uğraşıyor, ara sıra darbe girişimleri oluyor ve insan hakları ihlalleri gerçekleşiyor.

Peru

Kaynak: https://geology.com/world/peru-satellite-image.shtml

Ülkenin başşehri Lima deniz kenarından başlayan bir çöl üzerine kurulmuş. 10 milyon civarında bir nüfusu var ve bizim gittiğimiz dönemde kent hiç güvenli değildi. Kent merkezinde bile otobüsümüzle durduğumuzda, derhal birkaç polis gelip güvenlik tedbiri aldıktan sonra dışarı çıkabiliyorduk. Günümüzde de sorun daha da kötüleşmiş olarak devam ediyormuş. Biz kentin denizle buluştuğu ve daha sakin ve güvenli olan Miaflores’te Marriot Hotel’de kalmıştık.

Peru’daki ilk günümüzde rehberimiz Murat’ın öncülüğünde otobüsle Pasifik sahili boyunca Sibirya’dan Arjantin’in en güney noktası Ushuaia’ya kadar uzanan Pan American rotası üzerinde güneye doğru yola çıktık. Dört saat boyunca çölde iki şeritli bir şosede gittikten sonra Ica adlı bir yerleşkeye ulaştık. Burası meşhur Nazca çizgilerinin olduğu yer.

Nazca çizgileri, MÖ 500 – MS 500 yılları arasında, Nazca uygarlığı tarafından çölde çizilmiş figürlerden oluşuyor. 300 metreye ulaşabilen ve örümcek, maymun, sinekkuşu gibi şekillerden oluşan bu çizgiler çok geniş bir araziye yayılmış ve ancak küçük uçaklarla üzerinden uçarak görülebiliyorlar. Çizgiler, toprağın üst katmanı kazılarak daha açık renkli alt tabakaya ulaşılması yoluyla ortaya çıkarılmış. Dini veya astronomik anlamları olduğu, uzaylılar tarafından yapıldığı gibi mantıki mantıksız pek çok iddianın ortaya atıldığı bu çizimlerin neden yapıldığı halen bir sır olmaya devam ediyor.

Uçağa bineceğimiz küçük hava meydanı yakınlarında uçuş için sıramızı beklerken, vaha gibi bir otelin restoranında nefis bir öğle yemeği yedik. Bu hafif yemekte bildiğimiz bilmediğimiz pek çok tropik meyve ve sebze çeşitleri vardı.

Yemeğin lezizliği ve zenginliğinden bahsedince, bu aşamada belki biraz Peru hakkında bilgi vermekte yarar var. Peru, tarihte çok farklı uygarlıkların yaşamış olduğu bir ülke. Dolayısıyla müziği, arkeolojik alanları ve mutfağı çok zengin. Doğa olarak da Pasifik sahili, çölleri, And Dağları, yanardağları, Titikaka gibi gölleri ve Amazon tropik ormanları gibi çok farklı coğrafi özellikleri var. Quechualar (İnkalar), Amazon kabileleri gibi değişik halklar da hala yaşamlarını devam ettiriyorlar. Avrupa’dan gelerek buraları acımasızca talan eden, getirdikleri çiçek gibi hastalıklarla nüfusun 20 milyondan 5 milyona kadar inmesine neden olan İspanyollar daha sonra yerli halkla karışarak melezleşmişler. Peru’ya da önemli kültürel katkılarda da bulunmuşlar. Ben bu kadar değişik doğayı ve kültür çeşitliliğini Peru dışında dünyada tek bir ülkede daha gördüm, o da Türkiye!

Nazca anlatımıma geri dönersem, yediğimiz o nefis yemekten sonra otobüsümüzle havalimanına geçtik ve 4-11 arasında yolcu kapasitesi olan uçaklara binmeye başladık. Uçaklar gerçekten hiç güven vermiyordu. Kovboy tipli pilotların uçurduğu bu uçaklar tam bir döküntüydü. Pistten kalktıktan hemen sonra Nazca çölünün üzerindeydik. Pilot uçağı önce bir tarafa sonra diğer tarafa yatırarak çöldeki bazı ilginç şekilleri bize gösteriyordu. Gruptakilerin çoğu daha önce hiç küçük uçaklarla uçmamıştı. Üstüne üstlük bir de sağa ve sola yatarak manevralar başlayınca bazı yolcular kusmaya başladı.

Nazca’da bir maymun çizimi

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Nazca_%C3%A7izgileri

Yirmi dakika kadar süren bu uçuştan sonra otobüsümüze binerek yeniden Lima’ya döndük. O gece yediğimiz güzel bir balık yemeğinden sonra dinlenmeye çekildik.

Ertesi sabah otelden eşyalarımızı alıp güneydoğu Peru’da Bolivya sınırına yakın bir noktadaki Puerto Maldonado’ya uçmak üzere havalimanına geçtik. Puerto Maldonado, Amazon’un bir kolu olan Rio Madre de Dios üzerinde kurulu bir yerleşke. Bölgede yaşayan Amazon yerlilerine hitap eden bir pazar nedeniyle önemli bir yerel merkez. Yerliler teknelerle gelip mallarını satıyor ve ihtiyaçlarını tedarik ediyor. Pazarda sebze ve meyvenin envai çeşidi var. Özellikle mısır, patates ve muz çeşitleri insanı hayrete düşürecek düzeyde. Her birinden en az 10, belki de 20 çeşit var.

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Puerto Maldonada’da bir pazar yeri

Bugün Brezilya’nın geniş tarım alanlarından başlayarak Peru’nun Pasifik kıyısında, Çinlilerin yaptığı Latin Amerika’nın en büyük limanına uzanan bir yol Puerto Maldonado’dan geçiyormuş ve Madre de Dios’u dev bir asma köprüyle aşıyormuş. Umarım bu yol bölgeye yerel halka ve doğaya fazla zarar vermeden refah getirmiş olsun.

Pazardaki gezimiz bittikten sonra sahildeki teknelere binerek gece konaklayacağımız otele doğru yola çıktık. Tekne yolculuğu 25 dakika kadar sürdü. Konaklayacağımız tesisin adı Inkaterra idi. Bir zincirin parçası olan bu tesisin sahibi Amazon’da doğal hayatı ve yerlilerin yaşamını korumaya çalışan bir sivil toplum örgütüydü. Rehberimiz de Amazon yerlilerinden bir kadındı. Kendisi zooloji konusunda doktora yapıyordu.

Tesiste konaklayacağımız mekanlar, yağmura karşı çatıları sazlardan olan, kazıklar üzerine inşa edilmiş, yerden bir metre kadar yükseğe kondurulmuş kulübelerdi. Her ne kadar yataklarımızda cibinlikler olsa da, kulübe bel hizasının biraz üstünden itibaren açıktı. Bizleri, Amazon’daki haşaratın, özellikle sivri sineklerin, belli bir yüksekliğin üstünde uçmayacağı, dolayısıyla başta sıtma olmak üzere herhangi bir tropik hastalık kapmayacağımız konusunda ikna ettiler. İkna olduğumuzdan olacak bir haşarat saldırısına uğramadan geceyi geçirdik. Zaten hepimizin yanında sıtmaya karşı daha seyahate çıkmadan önce almaya başladığımız haplarımız vardı ve sürekli vücudumuza haşarat kovucu losyon sürüyorduk. Ancak, gece kulübenin kapısını çok sıkı bir şekilde kapatmamız, hiçbir şekilde dışarı çıkmamamız, yılan dahil bir vahşi hayvan gelmesi halinde kulübede bulunan çanı çalarak alarm vermemiz konusunda uyarıldık.

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Inkaterra’daki kulübemiz.

O geceyi her türlü vahşi hayvan sesleri arasında, ama sorunsuz bir şekilde geçirdik. Eşim dahil grubun bazı üyeleri, rehberimiz eşliğinde teknelere binip gece nehirde bir gezi yaptılar. Bu gezinin amacı zoolog rehberimiz ve bir arkadaşının nehirden kayman adı verilen Amerikan timsahlarının yavrularını yakalamak ve boylarını ölçmekmiş. Doktora tezleri için veri topluyorlarmış.

Ertesi sabah rengarenk tukan kuşlarının refakatinde kahvaltımızı yaptıktan sonra, 6-7 kişinin tek sıra oturduğu teknelerle nehre açıldık. Bir süre sonra bir adada indik. Burada yerel rehberimiz bize bazı uyarılarda bulundu. Ağaçların tepelerinde dolaşan maymun kolonileri hırsızlığa pek yatkın olduklarından gözlüklerimize ve şapkalarımıza mukayyet olmalıydık. Benim gibi progresif gözlük kullananlar için çok önemli bir bilgiydi bu. Ayrıca maymunlarda diş göstermek saldırganlık belirtisi olduğundan karşılaştığımızda konuşmayacak, hele hele hiç gülmeyecektik. Dudaklarımız kapalı olacaktı. Ormanda bazı ağaçların üzerinde hiçbir sarmaşık yoktu ve çırılçıplaktılar. Bu ağaçların üzerindeki zehirli karıncalar ağaçların salgılarından besleniyor, buna karşılık ağacı başka haşaratlar ve sarmaşıklardan koruyormuş. Yerliler suç işleyen bireyleri bu ağaçlara bağlar ve karıncaların zehriyle ölüme terk ederlermiş. O nedenle bu ceza ağaçlarına dokunmayın, karıncalar anında ısırırlar diye uyarıldık.

Daha sonra ormanda tek sıra halinde dar bir patikada yürümeye başladık. Türkiye’de çiçekçilerde çok pahalı fiyatlara satılan çiçekler ormanın içerisine serpiştirilmişti. Amazon’da orman birkaç katmandan oluşuyor. En altta çiçekler gibi alçak bitkiler, daha sonra bizim için normal sayılacak boyutta ağaçlar ve en üstte 20-30 metre, belki de daha yüksek ağaçlar.

Madre de Dios Nehri’nin mendereslerinden birinden koparak oluşan Sandoval Gölü …

Patikada ilerlerken rehberimiz bilgi vermeye devam ediyordu. Çok yüksek ve gövdenin alt kısmı kanatlar şeklinde ayrılmış bir ağacın önünde durdu. Gövdeye vurduğunuzda oluşan titreşim davula tokmakla vurulmuş gibi bir ses çıkarıyordu. Bu ses kilometrelerce uzaktan duyulabildiğinden yerliler için doğal bir haberleşme vasıtasıymış.

Rehberimiz iletişimde kullanılan bir ağacı gösteriyor…

Adada dolaşırken dikkatimizi çeken bir karınca kolonisi oldu. Ağaçların yapraklarını keserek yuvalarına taşıyan bu karıncalar, yeraltında bu yaprakların üzerinde mantar yetiştiriyor ve bu sayede protein gereksinimlerini karşılıyorlarmış.

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Tarım yapmak için yuvalarına yaprak taşıyan karıncalar

Bir süre sonra teknelerimize binmek üzere dönüşe geçtik. Fotoğraf çekmek için ara sıra durduğumdan önümdeki kişiyle aramızda 10-15 metrelik bir mesafe oluşmuştu. Birden tam o boşluğa bir yavru maymun atladı. Ben onun fotoğrafını çekmeye çalışırken bir dalın üzerinde aniden iri bir maymun belirdi. Amazon’da maymunlar farklı cinslerden oluşan karma sürüler halinde yaşıyorlarmış. Daldaki maymun da en irilerinden biri olup, sürünün başı, bir alfa maymunmuş. Dişlerini göstererek bana kötü kötü bakıyordu. Anlaşılan yavruya bir kötülük yapmamdan endişeleniyordu. Rehbere seslendikten sonra ağızımı kapattım ve olduğum yerden kıpırdamadan beklemeye başladım. Rehber elinde büyük bir sopayla hızla geri döndü. Bana bekle ve kıpırdama diye işaret etti. Sürü başı da o sırada yavru maymunun yanına atladı ve birlikte uzaklaştılar.

OLYMPUS DIGITAL CAMERA


Yavru maymun ve sürünün reisi

Yola devam ettik. Ben dar patikada ara sıra durup fotoğraf çekiyordum. Ormanda yolun birkaç metre ötesinde nefis bir kırmızı çiçek görünce durup fotoğrafını çekmek istedim. Çömelip tam çekmeye çalışırken arkamdaki kadın beni geçmeye çalıştı ve bana hafifçe değdi. Çömelmiş olduğumdan dengem bozuldu ve yanımdaki ağaca hafifçe yaslanmak zorunda kaldım. Meğer o ağaç ceza ağacıymış. Anında vücudumun üst kısmı karıncalar tarafından ısırılmaya başlandı. Hemen t-shirt’ümü çıkardım ama ne fayda! Arkamda yürüyen eşim ve kızkardeşi çıkardığım t-shirt’le sırtımı karıncalardan güç bela temizlediler. Ön tarafımı da ben şapkamla temizledim ama, onlarca arı tarafından sokulmuş gibiydim. Rehberimiz ilk iş alerjik bir bünyem olup olmadığını sordu. Neyse ki öyle bir sorunum yoktu. O zaman gruptakiler sırtınıza tükürsün, en iyi tedavi yöntemi budur dedi. Eş dost akraba da bunu fırsat bilerek sırtımı tükürüğe boğdular. Ben de hemen cebimdeki bir antihistaminiği yuttum. Tedbirli olmak iyi oluyor bu tür durumlarda. Birisi de parasetemol verdi. Otele geldikten biraz sonra ağrılar azaldı ve gidip duş alıp tükürüklerden arındım.

Uğrunda karınca saldırısına uğradığım çiçek

Amazon, And Dağları’ndan çıkan ve 2500 kilometre sonra Atlantik’e dökülen muazzam bir nehir. Puerto Maldonado ise And Dağları’nın eteğinde ve denizden sadece 276 metre yüksekte. Ama biz ertesi gün deniz seviyesinden 3400 metre yüksekte bulunan Cusco’ya uçacaktık. Yükseklik hastalığından ağır etkilenmemek için o gün alkol almadık ve protein alımını durdurduk.

(devamı haftaya)

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu