Hasan Hastürer

Dünya ve barış dili…

Birden fazla insanın olduğu yerde düşünce farklılığı olacak. Normal olan bu. Tam tersi herkes aynı görüşte görünüyorsa orada bir terslik, bir anormallik vardır.

   Toplu yaşama uyumun birinci koşulu farklılığa saygı ve buna bağlı hoşgörü ve uzlaşı becerisidir.

   Bir kez öncelikle kabul edilmesi gereken, kimsenin yüzde yüz haklı ya da haksız olamayacağıdır.

   Bunu samimi olarak özümserseniz her türlü sorunda orta yolu bulmanız çok kolaydır.

En yalın birebir sorundan en geniş, en kalabalık kitleleri, devletleri ilgilendiren uzlaşmazlıklara kadar bu yaklaşımla çare üretilebilir.

Bir de önemli olan uzlaşının ilgili tarafların çıkarına olmasıdır.

Konunun genelleme kısmını kısa kesip Kıbrıs sorunu üzerine bu yaklaşımı somutlaştırırsak karşımıza çıkan tablo nedir?

Kıbrıs sorunu yarım asrı aşkın geçmişi olan bir sorun. Çıplak gözle bakıldığı zaman sorunun öncelikli tarafları Kıbrıs Türk- Kıbrıs Rum toplumları ile Türkiye-Yunanistan. Ancak Kıbrıs’ın stratejik konumu soruna ilgi duyan etkili devlet sayısını artırıyor. Çözüme katkı yaklaşımlarının büyük çoğunluğunda amaç aslında Kıbrıs’ta mevzi yakalamaktır.

   Ancak her koşul altında sorunun öncelikli tarafları Kıbrıs’ta yaşayanlardır. Kuşkusuz Kıbrıs’ta sadece Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumlar yaşamıyor. Ancak Kıbrıslı Rumlar ile Kıbrıslı Türklerin dışında kalanlar Kıbrıs’ın kederinde söz sahibi olma istemlerini seslendiremiyorlar ya da sayısal konumlarını bu konuda söz söyleyecek sayıda görmüyorlar. Aslında doğru olan Kıbrıs’ın geleceğinde adada yaşayan herkesin sınırını bilerek ilgi duyup katkı koymasıdır.

                                                                            ***

Biz yine, iki ana toplum, Kıbrıs Türk ve Rum toplumlarının yaklaşımlarına göre konuyu irdelemeye devam edelim.

   Kıbrıs Türk ve Rum toplumları çeşitli nedenlerle en azından 1950’li yılların ikinci yarısından bugüne barışık bir tablo sunmayı başaramamıştır.

   1960 Kıbrıs Cumhuriyeti anayasal kimliğiyle ancak üç yıl yaşayabilmişse bu birlikte, ortak değerlere sahip çıkmada sınıfta kalmaktadır.

Her iki toplum ciddi kayıplar vermiş, acılar yaşamıştır.

Yaşanan olumsuzluklar, sürekli olarak güveni zedelemiştir.

1963 Rum saldırıları sonrası binlerce Türk göçmen oldu. Bu göçmenlik 1974’e kadar sürdü.

1974’te bu kez tekerlek ters döndü, ağır bedel ödeyen taraf Kıbrıslı Rumlar oldu.

   Ancak 1974’ün en önemli yanı, Kıbrıs Türkü’ne tanınmasa da devlet olacak koşulları yaratmasıdır.

   Yaklaşık 200 bin göçmene rağmen Rum tarafı çeşitli katkılarla önce yaralarını sardı, sonra da gelişmiş ülke standartlarını yakaladı.

   Biz bunu başaramadık. Elde edilen değerleri çarçur ettik. Bu iki cümle hayatın pek çok alanında ki gelişmeleri yok saymak değildir. Gelişim, toplumsal mutluluğa vesile oluyorsa, tamamdır.

   Sonuçta en parlak nutukların atıldığı dönemlerde bile göçü durduramadık. Bu da dünden bugüne bizi yönetenlerin ayıbı.

***

Tarafları olan sorunların genel geçer kuralları vardır.

   Uzlaşı, ya da sürecin mutlu sona ulaşması için, tarafların öncelikle beyinlerinde anlaşmaya yatkın bir yapısal değişimi başarması gerekirdi. Bunun ardından masaya bir şey götürürken, karşı tarafın kabul veya ret yaklaşımlarını tahmin edebilmek de önemlidir.

Kıbrıs sorununda çözüme gerçek anlamda en yakın noktaya, Annan Planı’nda gelindi.

Annan Planı oylandı. Türkler kabul etti, Rumlar reddetti. Bizim Rum yönetimi dediğimiz Kıbrıs Cumhuriyeti AB’ye girdi.

Kıbrıs sorunu, yine sorun olarak duruyor.

Ara ara müzakere sürecinde, umut duraklarına çok yaklaşıldı. Ancak olmadı.

***

   Bir zamanlar Rauf Denktaş’a, “Dünya dili konuşalım” dediğimde, “Bir de dünya dili mi çıkardınız?” demişti.

   Dünya dili ve de barış dili çok önemli. Haklılığınızı anlatmak için dünya dili, barış dili gerekir. Bunu Rumlar beceriyor da biz beceremiyoruz, demedim. Rumların dili, fanatizmin örneğidir. Ancak, Rum – Yunan tarafının, batı dünyasında geleneksel bir sempatisi var. Ciddi lobiciliğe de gereksinimleri yok. Ama, bizim var.

***

Rumların en yaygın propaganda malzemelerinden biri, Lefkoşa’nın bölünmüşlüğüdür.

Sanki de Lefkoşa, 1974’te bölündü.

   Lefkoşa’yı bölen ilk hamlenin 1958’lerde İngilizler tarafından atılıp, Türk ve Rum kesimleri arasına teller çekildiğini, barış diliyle anlatalım.

   Kalıcı bölünmenin 21 Aralık 1963, Rum saldırıları sonrasında olduğunu da bilmesi gerekenlerin bilgisine taşıyalım.,

   Lokmacı barikatının Güney bölümünde, “Son bölünmüş başkent” yazar.

   Biz de Lokmacı Kontrol noktasına, yazılı ve görselle, Lefkoşa’nın bölünmüşlük tarihçesine koyalım.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu